24 Şubat 2009 Salı

ibrahim saraçoğlu boy uzatma kürü

Boy uzatmak için uygulanacak boy uzatma kürü yaşları 12 ile 22 arasındaki gençler için geçerlidir. Boy uzatmanın yaşa göre uzatılabilme ortalaması aşağıda belirtilmiştir. Boy uzatmanın üst sınır yaşı 22 dir. Boy uzatma kürü 6 ay ile 2 yıl uygulanabilir.

Boy uzatma kürü ile ortalama yaş dağılımı


Yaş aralığı Ortalama uzama [cm] 21 yaşa kadar
12 - 14 9 - 7
14 – 15
7 – 6

16 – 17
6 – 5

18 – 19
5 – 4

20 – 21
4 – 3

21 – 22
2 – 1


Boy uzatma kürünün uygulamasında iki kural vardır.


Birinci kural, Torik, palamut,uskumru veya kefal balıklarından birisini haftada en az 3 defa 200-250 gr buğulama veya ızgara olarak tüketmektir. Bu balıkların sırt kısmındaki siyah etli kısım boy uzatmada etkili olan kısımdır.

Çocuğunuza 12 yaşına kadar haftada 3 defa 250 gram dört balıktan birinin özellikle palamut balığının ızgara ya da buğulaması yapıldıktan sonra derisini kaldırıp sırt kısmındaki siyah etli kısmını yedirirseniz çocuğunuzun boyunun daha hızlı uzamaya başladığını hayretle göreceksiniz.12 yaşından sonra bu kür yeterli olmayıp bitkisel desteğe ihtiyaç duyulmaktadır.


İkinci kural ise, hiç bir yan tesiri olmayan bitkisel bir çayın 6 ay müddetle haftada 1 kere demlenip içilmesi gerekiyor.Bu bitki çayı Prof. Dr ibrahim saraçoğlu'nun web sitesinden sipariş edilebiliyor


Not: Önerilen besin maddesi ve bitkisel çay hormon içermemektedir.

Ahmet Maranki Kozmik Beden temizliği ile 10 yaş gençleşmenin yolları

Beden temizliği yılda 2 kez yapılır. Sonbahar ve ilkbaharda dolunay olduğunda ayın çekim gücünden istifade ederek, vücudumuzdaki suları da çekeceğini düşünerek bu uygulama yapılıyor.


Vücudumuzdaki kalın bağırsaklar, safra kesesi, karaciğer, akciğerler, pankreas ve dalak gibi organlarımızı temizleyerek hücrelerimizi 10 yaş gençleştirebiliriz...


Beden temizliği hangi hastalıklara karşı etkili :

- Ölümcül hastalıklardan kanser, hepatit B.hepatit C,mide reflü, ülser, kalın bağırsak rahatsızlıklarında, hemoroiti, safra kesesi taş ve kumlarında çok etkilidir.

Uygulayacağınız bu kürle bağırsaklarınızı, sindirim sisteminizi arındırarak rahatlatacaksınız.

Eylül, ekim kasım aylarında her ayın dolunay olduğu zaman ;gökteki ayın 9. da başlıyor, gökteki ayın 15.günü tam dolunay olduğu günde bitiyor.


Sabah: Lahana, havuç, yeşil elma ve kırmızı pancar bunun yanında mevsimine göre ıspanak, maydanoz, çiğ olarak katı meyve sıkacağı ile suları sıkılarak her sabah kahvaltı yerine 2 bardak vücut sıcaklığında içine 1 tatlı kaşığı zeytinyağı koyularak yudum yudum içilecek.

Not:Bu sebzelerin içindeki vitaminler yağda çözündükleri için zeytinyağı mutlaka konulmalı,aksi halde vitaminlerden yararlanmak mümkün değil.


Öğlen :mevsiminde olan sebzeler 5 dakika kadar hafif haşlanarak yenilecek suları da içilecek.


Akşam: salata , ve sebze çorbası tüketilecek başka bir şey yenilmeyecektir...

son gece akşam yemeği yerine 1 su bardağı limon suyu ve 1 su bardağı zeytin yağını yudum yudum içilecek ve burundan nefes almaya özen gösterilecek ki yağ vücutta gezinsin ve bedeni temizlesin.sabah kalkınca da lavman yapılacak.


Kür boyunca yemememiz gereken yiyecekler

Ekmek , hayvansal gıdalar et süt yumurta, peynir ,konsantre gıdalar,şeker yenmeyecek,kolalı içecekler,kahve, siyah çay içilmeyecek...

23 Ocak 2009 Cuma

SU GİBİ OL…



Şimdi sen "su" olduğunu düşün. Su kadar özel, su kadar faydalı ve su kadar çok, tükenmez... İnanıyorum ki gerçekten de öylesin. Ama ister çeşmelerden dökül, ister göklerden yağ, ister nehirler dolusu ak; dibi olmayan bir kovayı dolduramazsın. Yani Seni dinlemeyenlere sesini duyuramazsın...

Unutma; Daha çok bağırdığında daha çok dinlenmezsin... Gürültünün parçası olursun sadece!..

Suyun yanında olanlar suyu en az içenlerdir. Çünkü; "su nasılsa burada, lüzum yok ki suyu kana kana içmeye" diye düşünürler... Aynen, sesini sürekli duyanların seni dinlemedikleri gibi!



Ormandaki hiç bir hayvan, ırmağın gürültüler koparan yerinden su içmeye çalışmadı şimdiye kadar. Hepsi, hep sabahın en sakin anini bekledi; suyun durgun yerlerini bulabilmek için. Gittiler ve sakin sakin ihtiyaçlarını giderdiler; Onlar için en uygun olan, kendi istedikleri zamanda...



Sen, hep bir su olduğunu düşün. Su gibi güzel, su gibi yararlı, su gibi vazgeçilmez... Ve su gibi hayat kaynağı olduğunu düşün. Ama su gibi yaşatıcı ol; Su gibi yıkıcı, sürükleyici ve öldürücü değil!.. Sen bir su ol... Ama rahmet ol; Afet değil ! Su isen tarlalarını basma insanların, yuvalarını yıkma, ocaklarını söndürme; Sana "felaket" denmesin!

Su isen bir bardağa sığabil ki; Damarlara giresin!.. Su; Yüce Mevla’nın insanlar için yarattığı en büyük nimetlerden biri... Unutma; Ve suya benzediğini unutma. Su gibi özel, su gibi güzel, su gibi faydalı, su gibi lüzumlu ve su gibi bitmez-tükenmez olduğunu da unutma.

Ayrıca su gibi sakin olabileceğin gibi, su gibi de "kıyametler" koparıcı olabileceğini unutma... Unutma; Senin işin rahmet olmak, afet değil! Vadiler varken önünde ve ovalar varken, yayılabileceğin; Küçük ırmaklara ayırabiliyorsan kendini ve bardaklara bölebiliyorsan, hayat verirsin çevrene. Ve yaşayabilirsin dünya dönmesine devam ettiği müddetçe. Yoksa hep duyulmayan, dinlenmeyen; korkulan ve kaçılan olursun seller, afetler gibi.

Tercih elindeydi hep ve hep de "senin" ellerinde olacak... Ya

tutmayı öğreneceksin dilini; veya hiç durmadan konuştuğun için, sadece bomboş ve anlamsız sesler çıkartan birisi olduğunu zannettireceksin çevrendeki insanlara! Ama yapman gereken su, değil mi; Düşüneceksin ne zaman ne söyleyeceğini. Düşüneceksin kimin dinleyip dinlemediğini, kimin anlayıp, anlamadığını. Düşüneceksin anlatmak istediklerinin ne kadarını anlatabildiğini... Hatta anlayanların anladıklarının da senin anlattıklarının ne kadarı olduğunu düşüneceksin...

Ve konuşmak için en uygun zamanı bekleyecek, en az ama en uygun kelimeleri seçmeye çalışacaksın...Ahmak olmayan yolcuların, önceden aldıkları biletleri ceplerinde olduğu halde, saatlerini kontrol ederek, vakit yaklaştığında, vapurun kalkacağı iskelede hazır olmaları gibi, sen de fikrini bindireceğin kişinin "kıyıya yanaşmasını" bekleyeceksin!.. Demeyeceksin;

"Ben canım isteyince giderim iskeleye, vapur da o saniyede gelmek zorunda!.." Demeyeceksin; "Ben aklıma geleni aklıma geldiği biçimde söylerim. Karşımdaki de değil duymak, değil dinlemek, anlattığımdan bile fazlasını anlamak zorunda!.." Keşke öyle olsaydı. Keşke haklı olsaydın, ama maalesef değil...

Ağzını açıp "Şelaleden dökülen suyu" içmeye çalışan bir tavşan gördün mü hiç?.. Veya önüne çıkan ağaçları dahi sürükleyen bir selden susuzluk gidermeye uğraşan bir ceylan gördün mü? Kaplanlar bile içebilmek için suyun durulmasını bekler; Beyni olan her yaratık gibi!

Hadi... Sen şimdi "su olduğunu" düşün, ve kendini "su gibi" hisset...

Su gibi özel, su gibi güzel, su gibi berrak, su gibi yararlı... Su gibi hayat kaynağı ve su gibi bitmez-tükenmez olduğunu hatırla...



Ama yine su gibi "bir küçük bardağın içine" sığdır ki kendini;

Girebilmeyi öğren insanların damarlarına. Hayat ver... Vazgeçilmez ol!!..

BUNLARI BİLİYOR MUSUNUZ???


Hindistan'daki yıllık doğum sayısı, Avustralya'nın toplam nüfusundan fazladır.



Rusya'nın dörtte biri ormanlarla kaplıdır.


Tarih boyunca yeryüzünde bulunan altın 200 kat daha fazlası okyanuslarda bulunmaktadır.


Köpeklerin ter bezleri ayaklarındadır.


Yazar Rudyard Kipling sadece siyah mürekkep kullanırdı.


Mickey Mouse'dan önce en meşhur çizgi film kahramanı Felix The Cat'di.


Larry Hagman (JR.)Dallas dizisinin setinde hiç kimsenin sigara içmesine izin vermezdi.


Salatalığın yüzde 96'sı sudur.


Bir kilo limonda bir kilo çilekten daha fazla şeker vardır.


Peru'da hiç umumi tuvalet yoktur.


Timsahlar renk körüdür.


Yarım kilo bal yapabilmek için arılar iki milyondan fazla çiçekten bitki özü toplamak zorundadırlar.


Tarantulalar iki buçuk yıl yiyeceksiz yaşayabilirler.


Havuca rengini karoten verir.


İnciler sirkede erir.


Venüs saat yönünde dönen tek gezegendir.


Rodin'in ünlü 'Düşünen Adam' heykeli aslında İtalyan şair Dante'nin portresidir.


Sihirli sözcük 'abrakadabra' ilk olarak yüksek ateşli hastaların ateşlerini düşürmek için söylenmişti.


Albert Einstein dokuz yaşına kadar düzgün konuşamamıştı.


Her iki taraf da kan bağışında bulunursa, Paraguay'da düello yapmak yasaldır.


Eiffel Kulesi'nin tepesine çıkana kadar 1792 basamak vardır.


Sümüklüböceklerin dört tane burnu vardır.


Elektrikli sandalye İsac Edison tarafından icat edilmiştir.


Bugüne kadar bilinen en ağır böbrek taşı 1.36 kg.



Hapşırdığımız zaman, kalbimiz de dahil olmak üzere bütün vücut fonksiyonlarımız bir an için durur...


Mexico City her sene 25cm. kadar batıyor...


Çocuklar baharda daha fazla büyüyor.


Bir devekuşunun gözü beyninden büyüktür.


İnek sütünün pH değeri 6'dır.


Bir timsahın gözlerinin arasındaki mesafe, ayaklarının büyüklüğüne eşittir


Dalmaçyalılar gut olmayan tek köpek cinsidir.


Değerli taşların çoğu birkaç elementten oluşur, sadece pırlanta tamamen

karbondan oluşur.


Bukalemunların dilleri, vücutlarından iki kat daha uzundur.


Global ısınma yüzünden yükselen deniz seviyesi 2050 yılında Shangai ve deniz kıyısındaki diğer Çin şehirlerinde büyük sellere neden olacak. Bu sellerde 76 milyon kişi evsiz kalacak.


Kereviz yerken harcanan kalori, kerevizin içindeki kaloriden daha fazladır.


Hipopotamlar insandan daha hızlı koşarlar.


İnsan elinde, en yavaş uzayan tırnak başparmağınki, en hızlı uzayan tırnak ise orta parmağınkidir.


Hawaii alfabesinde sadece 12 harf bulunmaktadır.


Güney Kore başkenti Seul, Kore dilinde "başkent" anlamına gelmektedir.


Kanada, Kızılderili dilinde "büyük köy" anlamına gelmektedir.


Dünyada her dakika iki tane düşük şiddette deprem olmaktadır

alıntıdır

MUTLU BİR EVLİLİĞİN BEŞ TEMEL ŞARTI



Mutlu ve huzurlu evliliğin ön koşulu aile içi iletişimin kalitesine,
ilişkilerdeki samimiyet ve sıcaklığa dayanır. Evlilik için de bu durumu oluşturmanın birkaç önemli noktası bulunmakta, bunları da şöyle sıralayabiliriz ;
1- SORUNLARINIZI KONUŞMAYI GECİKTİRMEYİN !

Evliliğin ilk zamanlarında çiftler ellerinden geldiğince tartışma ve kavgadan sakınırlar. Zaman ilerledikçe kendilerini öfkelendiren ve rahatsız eden durumlara artık tahammül etmek istemezler. Bazen çiftlerden biri hiç uygun olmayan ortam ve zeminde biriktirdiği duygularını aniden ortaya çıkarabilir.

Oysa eşiyle arasında yaşadığı sorunun yakınmadan, şikayet
etmeden duygularını ifade ederse sorun büyümeden çözülebilir. Fakat her iki çiftte önce dinlemeyi çok iyi bilmeliler. Ve ilişkiyi rakip duruma dönüştürmekten ziyade, çözüm odaklı konuşmalılar.
2- İLİŞKİNİZDE SUÇLU ARAMAYIN; SORUNU OLUŞTURAN NEDENLERİ BULUN !

İlişkinizde suçlu aramaya çalışmayın, zira bu durum kendi üzerinize düşünmenize engel olur. Önemli olan karşınızdaki kişiyi suçlamaktan ziyade; kendi davranışlarınız üzerine düşünmek ve düzeltmeye çalışmak önemlidir.

Mutlu evliliklerde çiftler haklı olmaktan çok; mutlu olmak için çaba sarf etmelidirler.
3- YIKICI İFADELERDEN KAÇININ !

Aranızda çıkan tartışmalarda birbirinizin öfkelerini doyurmaya çalışmayın. Karşınızdaki sizi öfkelendirmeye çalışırda siz de duruma kapılıp öfkelendiğinizde, zaten ilişki çığırından çıkacağından, karşı tarafın öfkesini doyurmuşsunuzdur. Sizi sinirlendirerek amacına ulaşmış olacaktır.

Sonradan telafisi mümkün olmayan ifadelerden kaçının! İlişkinizi hiçbir zaman kimin kazanacağı şekle dönüştürmeden mutlu ve huzurlu birliktelikler için çaba sarf edin.

Unutmayın ki; tartışma bir konu üzerinde insanların farklı fikirlerde olması demektir ki çokta olağan bir durumdur. Sadece karşıt fikirlerinize saygılı olarak, benliklerinizi zedelemeden ortak fikre varabilir ve uzlaşma sağlayabilirsiniz.
4- GÜN İÇİNDE YAŞADIĞINIZ OLUMSUZLUKLARI EVLİLİĞİNİZE YANSITMAYIN !...

Gün içindeki huzursuzluğunuzun bedelini eşinize yansıtmaya hakkınız yok!

Bazen sizi üzen, öfkelendiren durumda akşam ilişkinizi kavgaya dönüştürerek rahatlamak isteyebilirsiniz bilinçaltı olarak ama bu karşı tarafa yapılan bir haksızlıktır.

Rahatlamayı eşinize sığınarak, üzüntünüzü ona ifade ederek sağlayabilirsiniz. Bu aynı zamanda eşinizi de onure edecektir. Zira ilişkiniz yatıştırıcı bir hal alabilir. Birbirinizin yatıştırıcı nesnesi olmaya çalışın ki evlilikteki bütünleşmeyi yakalayabi-lesiniz.
5- HER KARARINIZIN İÇİNDE MUTLAKA EŞİNİZ OLMALI !
Evliliğin en fazla tartışma yaratan durumlardan biri de karşılıklı konuşmadan alınan tek taraflı kararlardır. Önemli yada önemsiz, küçük yada büyük kararlar önemli değildir. Önemli olan hayatınızı birleştirdiğinizi iddia ettiğiniz eşinizi her kararınıza katarak, fikirlerine değer vererek, bütün olduğunuzu tekrar ve tekrar eşinize göstermiş olursunuz.

Evliliğinizi iyi ve doğruya götürecek her teorik bilgiyi evliliğinizde uygulamaya çalışarak, deneyimsel ilişki yaşamaya çalışın...

15 Ocak 2009 Perşembe

SOĞUK ALGINLIĞI VE GRİP HAKKINDA BİLGİLER VE TEDBİRLER

SOĞUK ALGINLIĞI VE GRİP HAKKINDA BİLGİLER VE TEDBİRLER
1. Nedir?...
Soğuk Algınlığı; çeşitli virüslerin yol açtığı, üst solunum yollarında bazı belirtilere yol açan ‘hafif’ seyirli bir hastalıktır.

2. En çok kimlerde görülür?
Dünyada yetişkinlerde ve çocuklarda en sık görülen hastalıktır.

3. Tedavide antibiyotik kullanılır mı?
Soğuk algınlığı tedavisinde antibiyotiklerin yeri olmamasına rağmen bu konuda sıklıkla yanlış yapılır.

4. Yaygın bir infeksiyon olarak nitelendirilebilir mi?
Soğuk algınlığı o kadar yaygın bir infeksiyondur ki, çok az insan bir yılı yakınmasız geçirebilir. Gelişen ulaşım olanakları sayesinde etken virüsler dünyanın her yerinde ve ikliminde infeksiyonun ortaya çıkmasına yol açabilir.

5. Neden havaların soğuması mıdır?
Soğuğun direkt olarak hastalığa yol açtığı söylenemez. Soğuk algınlığı genellikle okulların açılması ile eş zamanlı olarak sonbahar mevsiminde görülmeye başlar.

6. Hangi mevsimde daha sık görülür?
Soğuk algınlığı en sık kış mevsiminde görülür. Bunun başlıca nedenleri arasında kötü havalandırılan ortamlarda daha çok zaman geçirilmesi, güneş ışınlarının daha az oluşu, daha çok toplu halde yaşanması, bu mevsimde stresin daha fazla olması ve burundaki koruyucu mukozanın soğuması ile virüslerin hızla çoğalması sayılabilir.

7. Yakalanma riskini arttıran faktörler nelerdir?
Riski arttıran bazı özel faktörler söz konusudur: Uzun mesafeli uçak yolculukları; 200 - 400 kişinin aynı hava kaynağı ile birbirlerine infeksiyon bulaştırmalarını kolaylaştırır. Yabancı bölgelere yapılan seyahatler de o bölgedeki virüslerin alınmasına sebep olabilir. Klimalar da önemli risk faktörleri arasındadır; havadaki nemi aldıkları için burundaki koruyucu mukoza ortamını kuruturlar ve infeksiyona yatkın hale getirirler.

8. Stres bir risk faktörü müdür?
Stres, tek başına immün (bağışıklık) sistemini baskılayarak infeksiyon etkenlerinin üremesini kolaylaştıran bir diğer önemli risk faktörüdür.

9. Soğuk algınlığı virüsleri nasıl bulaşır?
Etken virüslerin bulaşması; hastaların mikrop içeren burun veya ağız salgılarıyla bulaşmış elleri ve eşyalarıyla olabileceği gibi, havadaki küçük veya büyük parçacıklar içindeki virüslerin solunması ile de olabilir.

10. Ölümcül olabilir mi?
Bebekler, çok yaşlılar ve bağışıklık sistemi problemli olan kişilerde hastalık çok ciddi, hatta ölümcül olabilir.


KLİNİK BELİRTİ VE BULGULAR NELERDİR?
Hastalığın bünyeye yerleşme süresi 24 - 72 saat arasında değişir. İlk belirti kuru kaşıntılı boğaz ağrısıdır. Ateş normaldir veya hafif yükselebilir. Bebek ve küçük çocuklarda ateş daha yüksektir. En sık görülen belirtiler, burun akıntısı, burun tıkanıklığı, hapşırma, boğazda yanma ve öksürüktür. Koku ve tat duygusunun azalması, kulaklarda basınç hissi ve ses kalitesindeki değişiklikler gibi durumlara da sıkça rastlanır. Belirtiler ortalama 7 gün sürer. Vakaların dörtte birinde bu süreç 2 haftaya kadar uzayabilir.

SOĞUK ALGINLIĞINDAN KORUNMA YÖNTEMLERİ
Kapalı ve kalabalık yerlerde hastalık hızla yayılır. Dolayısıyla açık havada ve havalandırması iyi olan yerlerde bulunmak infeksiyon riskini azaltır.
Virüsler, mikrobun bulaştığı yerlerde (kapı tokmağı, telefon gibi) canlı kalabildikleri için, bu yüzeylere temastan sonra virüsleri rahatlıkla burnumuza veya gözlerimize transfer edebiliriz. Bunu engellemek için ellerimizi sık sık sabunlu su ile yıkamalıyız.

SOĞUK ALGINLIĞINDA NASIL BİR TEDAVİ UYGULANIR?
Soğuk algınlığı tedavisinde antibiyotiklerin yeri yoktur. Tedavi belirtilere göre yapılmalıdır. Burun tıkanıklığını giderici spreyler veya burun damlaları, öksürük giderici ilaçlar, baş ağrısını azaltmak için ilaçlar kullanılabilir. Ayrıca istirahat edilmesi ve stresten uzak durulması da vücut direncinin yeniden kazanılmasına yardım eder.
Bu tedavilere ek olarak, ABD’de hastaların üçte biri, Avrupa’da % 40 - 70’i alternatif tedavi kullanmaktadır. Alternatif tedavi olarak sıklıkla esansiyel yağlardan oluşan mentol, içinde bir sülfür bileşiği olan ‘Ajoenc’in etkisinden yararlanmak için sarımsak, çinko ve yüksek dozlarda (günde 1 - 2 gram) C Vitamini alınarak antioksidan etkilerden yarar sağlayabilmektedir.

10 SORUDA GRİP

1. Nedir?
Grip; ateş, öksürük, baş ağrısı, halsizlik ve kas ağrıları ile seyreden akut bir virüs hastalığıdır.

2. Soğuk algınlığından ve diğer solunum sistemi hastalıklarından farkı var mıdır?
Kesinlikle farklıdır. Grip; ülkeler ve kıtalar arası yaygınlaşma özelliğine sahip olan bir hastalık olarak ciddi akciğer hastalıklarına yol açabilmesinden dolayı soğuk algınlığından ve diğer solunum sistemi hastalıklarından farklıdır.

3. Soğuk algınlığı ile benzer özellikleri var mıdır?
Grip ve soğuk algınlığı bulaşma şekilleri ve belirtiler yönünden benzerlik gösterirler. Ancak gripte baş ağrısı, kas ağrıları ve ateş daha ön plandadır.

4. Medikal tedavide ne tür ilaçlar kullanılır?
Grip tedavisinde bazı antiviral ilaçlar kullanılabilir.

5. Gripten korunma yöntemi nedir?
Günümüzde grip (influenza) aşıları gripten korunmanın en güvenli yoludur. Bu aşılar ülkemizde de başarı ile uygulanmaktadır.

6. Aşı ne zaman ve nasıl uygulanmalıdır?
İnfluenza aşıları Eylül - Aralık ayları arasında tek doz olarak üst kolun dış yüzeyine uygulanır.

7. Bebekler ve küçük çocuklar için de aşı uygulama şekli ve doz aynı mıdır?
Bebekler ve küçük çocuklarda uyluğun ön yüzünden kas içine yapılabilir. Daha önce aşılanmış 9 yaş altı çocuklara birer ay ara ile 2 doz önerilmektedir.

8. Gebelikte aşı yapılması doğru mudur?
Kesinlikle doğrudur. Gebeler de aşılanması gereken grup içinde yer almaktadır.

9. Grip olduğunda hastalık riskinin arttığı gruplara da aşı uygulanabilir mi?
Elbette. Astım, kronik akciğer veya kalp hastalığı, şeker hastalığı, böbrek yetmezliği, kan hastalığı gibi bir hastalığı olanlar bu gruba dahildir. Bu kişiler de kesinlikle aşılanmalıdır.

10. Grip aşısı olması gereken grup içinde başka kimler vardır?
Sağlık Personeli (doktor, hemşire ve diğer personel),
Huzurevi ve kronik bakım ünitelerinde çalışanlar,
Ev hemşireleri,
65 yaş ve üzerindekiler,
Dış ülkelere seyahat edecek olanlar,
Önemli etkinliklerin kesintiye uğramasını en aza indirmek için önemli toplum hizmeti verenler

12 Ocak 2009 Pazartesi

ODU MAC LC



ODU MAC LC - The new modular, stringable rectangular connector

Up to 5,000 mating cycles
4 frame sizes (12/18/26/37 units)
Diverse contact inserts (modules) for signals, power and high frequency are available
Centering and keying using the proven ODU guide system
Easy assembly and removal of the contacts using clip technology
Simple, quick packaging and module assembly in the frame
Frame can be mounted in standard DIN housing with spindle- and lever locking
Economical and proven ODU contact technology - turned/slit contacts
Didn't find something to match your specifications in the catalog? The catalog model can be modified at any time! We work with you to find the right solution!

Angut'un Sadakati


Herkesin haksız bir şekilde kullandığı bir ifadedir 'Angut'. Biri laftan anlamayınca, boş boş bakınca ya da aptallık edince hemen 'Angut musun?' der günümüzün insanı. Angut'un aslında bir kuş olduğunu bilmeyen bir sürü insan var ülkemizde.

Özelliği nedir bilir misiniz? Angut kuşunun eşi öldüğü zaman yanına o anda başka bir yırtıcı hayvan veya bir insan gelse dahi gözlerini bir dakika bile eşinin ölüsünün üstünden ayırmadan o da ölene kadar onun başucunda bekler.

İşte bu canlının yaptığı en büyük 'Angut'luk budur. Ayrıca bu olay bütün Angut kuşları için geçerlidir, arada bir görülen bir şey değildir. Dişi olsun erkek olsun bütün Angut kuşlarının
Çok ürkek bir hayvan olmasına rağmen eşinin ölüsünün başında bekleyen Angut kuşuna elinizi uzatsanız dahi oradan kaçmaz.

Hani derler ya 'Angut gibi bakmasana' diye... Keşke herkes Angut gibi bakabilse değer verdiklerine. Bundan sonra bazılarına 'Angut' demeden önce bir kere daha düşünün. Bir "Angut" bile olamayan o kadar çok insan var ki artık günümüzde

Çocuk eğitiminde anne' nin önemi

Ebeveynlik, sadece olduğunuz bir şey değil, yapmanız gereken bir görevinizdir. Anne-baba olmak, eylemi gerektirir. Ebeveynlik; din, yaşam, ilişkiler, dürüstlük ve saygı gibi konularda çocuğunuzun neleri bilmesi gerektiğine karar vermenizi de içerir. Kendi kişisel karakterlerini oluştururken çocuklarımıza belli konularda yardım etmeyi kapsar. Anne baba olmak, çocuğumuza nasıl bağımsız ve sorumluluk sahibi iyi insanlar olacağı hususunda örnek olmayı gerektirir.
Doğruya ve insanlığa hizmet eden, huzurlu bir dünya ve aile için sağlıklı nesillere ihtiyaç vardır, bunun için de annelerimize çok büyük görevler düşünmektedir. Annelerimiz çocuklarının elbiselerinin temizliğine gösterdikleri özenden daha çok kalplerinin temizliğine, çocuklarının karınlarını doyurmaya gösterdikleri özenden daha fazlasını kafalarını doyurmaya özen göstermek zorundadır, aksi halde çocuklarımız bir canavar olarak yetişecektir.
Her kadın ve erkek bir başka kadının eseridir, kadın anadır, kadını da erkeği de insan gibi yetiştirme sorumluluğu kadına aittir, onun için kadınımızın daha fazla okuması, daha fazla düşünmesi, yaşadığı dünyaya tanıklık etmesi gerekir. Eğer kadınlık ve analık görevlerini yerine getirmezler ise çocukları adam gibi yetişmez. Bu ise kendi başlarına hem de toplumun başına bir bela sarar.


Unutulmamalıdır ki çocuklarımızın iyi bir insan olması, çocuklarımızın üniversiteye girişinden daha önemlidir. Elbette çocuklarımız okuyacaktır. Ama her şeyden önce değerlere saygı duyan ve bu değerleri benimseyen insanlar olmalıdırlar. Bunun için de kafalarının ve gönüllerinin ebeveynleri tarafından doyurulmuş olması gerekir.
Çoğu anne-baba, çocuklarını yetiştirme hususunda gerçekten en iyisini yapmak isterler. Onları ihmal etmeye ya da onları incitmeye kalkışmazlar. Oysa pek çok anne-baba için ebeveynlik, günlük işlerinin arasında ikinci sıraya alır, çoğunlukla problemler ortaya çıktığında onlarla ilgilenmeye başlar. Örneğin çoğu insan iş hayatındaki amaçlarını, emekliliğini, arabasını ne zaman değiştireceğinin planlarını ... sayabilir, ama çocuğunun sağlıklı ve mutlu yetişmesi için, ne yaptığını, kendisini ve Çocuğunu geliştirmesi için ne gibi planlar yaptığını söyleyemeyecektir. Veya fiziksel olarak tüm günü çocuklarıyla birlikte geçirdikleri halde zihinsel olarak çocuklarından kilometrelerce ayrı, hiçbir şeyi paylaşmayan, emir vermek ve kuru nasihatten başka çocuk ile hiçbir şey konuşmayan bir ebeveynler görürüz. Oysa; çocukların, hayatı anne babaları ile birlikte aktif bir şekilde yaşayarak tanımaya ihtiyaçları vardır. Bu nedenle çocuğunuzla konuşun, çocuğunuzla birlikte iş yaparak paylaşın. Bir Problemi halletmeye giderken çocuğunuzu da götürerek problem çözmeyi öğretin, çocuğunuzun duygu ve bedeni ile birlikte olun.


Bizler nasıl yaşarsak Çocuklarımız bizlerden öyle yaşamayı öğrenir, çocuklarımızdan ancak verebildiklerimiz kadarını bekleyebiliriz, bu nedenle bizlerin ve çocuklarımızın beşikten mezara kadar öğrenmesi ve öğretmesi gerekir.

"Her çocuk anasından temiz duygularla doğar, onu Yahudi ve Mecusi yapan anne babasıdır." Hz. Muhammed'in bu anlamlı sözleri , çocuk eğitimindeki anne ve babanın önemini gerçekten çok güzel açıklamaktadır. Bir çocuk yaşamının büyük bir kısmını babasından çok annesiyle geçirmektedir. Bu sebeple annelerin bol bol kitap okuyup , kendilerini iyi yetiştirmeleri gerekmektedir.

(alıntı)

Zeki çocuklar yetiştirmenin püf noktası.



Zeki insanların doğuştan getirdikleri bir sırları var mıdır?

Bir insan doğuştan zeki olduğu için okulda ve hayatta daha başarılı olur mu?

Yapılan bir araştırmaya göre insanların %95’i orta bir zekaya sahiptir. Geriye kalan % 2.5’i ileri zekalı, % 2.5’i geri zekalıdır.

Şu anda bu yazıyı okuyan / okuyabilen hiç kimse geri zekalı değildir. Geri zekalı olsaydı bu yazıyı okumaz / okuyamazdınız.

Hepimiz ya orta bir zekaya sahibiz ya da ileri bir zekaya…

Zekanın derecesi değil benim bu yazı da sizlere anlatmak istediğim asıl mesele.

Bugün sizlere, zeki çocuklar yetiştirmenin çok basit bir “püf” noktasından bahsetmek istiyorum.


* * * * * * *

Zeki çocukları yetiştirmenin “püf noktasını” anlatmadan önce sizlerle “püf noktası” deyiminin hikayesini paylaşayım.

Püf Noktası

Vaktiyle testi ve çanak-çömlek imal edilen kasabalardan birinde, uzun yıllar bu meslekte çalışan bir çırak, kalfa olup artık kendi başına bir dükkan açmayı arzu eder olmuş. Ne yazık ki her defasında ustası ona:

“Sen daha bu işin püf noktasını bilmiyorsun, biraz daha emek vermen gerekiyor” dermiş.

Ustasının bu sonu gelmez nasihatlerinden sıkılan kalfa, artık dayanamaz ve gidip bir dükkan açar. Açar açmasına da yeni dükkanında güzel güzel yaptığı testiler, küpler, vazolar, sürahiler onca titizliğe ve emeğe rağmen orasından burasından yarılmaya, yer yer çatlamaya başlar. Kalfa bir türlü bu çatlamaların önüne geçemez. Nihayet ustasına gider ve durumu anlatır.

Usta, “Sana demedim mi evladım; sen bu işin püf noktasını henüz öğrenmedin. Bu sanatın bir püf noktası vardır” demiş.

Usta bunun üzerine tezgaha bir miktar çamur koyar ve, “Haydi” der, “geç bakalım tezgahın başına da bir testi çıkar. Ben de sana püf noktasını göstereyim.”

Eski çırak ayağıyla merdaneyi döndürüp çamura şekil vermeye başladığında usta önünde dönen çanağa arada sırada "püf!" diye üfleyerek zamanla testiyi çatlatacak olan bazı küçük hava kabarcıklarını patlatıp giderir. Böylece çırak da bu sanatın “püf!” denilen noktasını öğrenmiş olur.

Her sanatın incelik gereken nazik kısmına da o günden sonra “püf noktası!” denilmeye başlanır.

Onca emeğe rağmen küçük ve basit görülen hava kabarcıklarını patlatmayı ihmal etmek tüm emekleri yok ediyor. Basit fakat etkili bir yöntemle tüm emek zayi olmaktan kurtuluyor.

* * * * * * *

Çok daha zeki çocuklar yetiştirmenin sade ve basit bir sırrını vereyim sizlere. Anne veya baba çocuklarına hitap ederken, onlarla konuşup onları severken sürekli “Benim oğlum çok akıllı!”, “Benim kızım çok zeki!” diye onları severse çocuklar daha zeki oluyorlar.

“Bu kadar basit mi yani?” diye düşünebilirsiniz.

Ancak kendinizi, henüz okula başlamamış, küçük bir çocuğun yerine koyun. O çocuk için bu dünyada her şeyin en iyisini ve en doğrusunu bilen sadece iki tane insan vardır. Biri annesi diğeri babası…

Bu iki insan ne derse doğrudur. Hiç kimse bir çocuğa anne ve babasının söylediklerinin aksini kabul ettiremez.

Tam aksi ifadelerin çocuk üzerindeki etkisini de düşünebilirsiniz.

“Sen ne kadar aptal bir çocuksun” sözünü, annesinden sürekli duyarak büyüyen bir çocuk içinden, “Annem bana aptal diyorsa mutlaka bir hikmeti vardır!” diye düşünmez mi?

Sürekli babasından “sen ne kadar geri zekalısın!” sözünü duyan bir çocuk, “babam bana geri zekalı olduğumu söylüyorsa mutlaka bir bildiği vardır” diye düşünmez mi?

Bu yaklaşım tarzına “kendini doğrulayan kehanet!” deniyor. Psikolojik kavramlar içerisinde en çok sevdiğim kavramlardan bir tanesidir.

Çocuklarınızın daha zeki olmasını istiyorsanız onlara bunu sürekli söyleyin. Sizin her dediğinizi mutlaka inanırlar.

Onları zeki olduklarına inandırın yeter.
alıntıdır

10 Ocak 2009 Cumartesi

Siyah Noktalar için Yulaf Maskesi suna dumankaya



Yulaf ezmesi, cildin derinlemesine temizlenmesini ve siyah noktaların yok edilmesini sağlayan bir maskedir.

Yulaf maskesi ayrıca cilde nüfuz edip cildi temizler ayrıca cildin fazla yağlanmasını da engeller. Bu sebeble kuru ciltli kişiler tarafından pek fazla kullanılmamalı veya kullanma sıklığına dikkat etmeliler.

Yulaf ezmesi maskesinin yapımı son derece kolaydır. Pişirdiğiniz yulafları süzdükten sonra, bunları geniş bir kabın içinde bir kaç dakika ezin. Hazırladığınız bu yulaf ezmesini yüzünüze sürdükten sonra 15 dakika kadar bekleyin.

Daha sonra yüzünüzü ılık suyla temizleyin. Bu maskeyi vücudunuza da uygulayarak, şaşırtıcı sonuca ulaşabilirisiniz.


Suna Dumankaya


Yağlı cilt temizliği için limon suyu losyonu


Limon yağlı ciltler için ideal bir temizleyicidir

Çünkü limon cilt sıkılaştırıcı bir etkiye sahiptir. Aşağıda tarifi verilen yüz losyonu, yüzünüzdeki siyah nokta ve sivilcelere karşı çok ideal bir losyondur.

Bu losyonu hazırlamak için yarım çay bardağı limon suyunu, bir yemek kaşığı bal ve bir bardak su ile karıştırdıktan sonra karışımı cam bir şişeye koyun. Elde ettiğiniz bu losyonu sabah ve akşam, bir pamuğa damlattıktan sonra yüzünüze sürün.

Böylelikle hem temiz hem de canlı bir cildiniz olacak.


Uyarı:Yüzünüze bu karışımı sürdükten sonra en az 2 saat güneşe çıkmamanız gerekmekte. Aksi taktirde yüzünüzde lekeler oluşur.

Gelin diyeti ve detoksu



Ünlü diyetisyen Taylan Kümeli, Dünya evine girecek gelin adayları için özel bir düğün detoksu tarifi açıkladı. Taylan, düğün stresinden yakınanlar için biberiye çayını önerdi.





Siz hayatınızın en özel günlerinden biri olan düğününüz için hazırlandınız. Saç, makyaj ve kıyafetinizin nasıl olacağını düşündünüz. Peki o gün ne yiyeceğinizi planladınız mı? Evleneceğiniz gün yiyecekleriniz, sizin formda gözükmenize neden olup, bütün günü aktif şekilde geçirmenizi sağlayabilir.





Öte yandan şimdilerde düğünden iki hafta önce, 'gelin diyeti' yapmaya başlamak da çok moda... 'Gelin diyeti'; gelinliğin içinde hoş ve enerjik görünmek için vücudun özel bir detoks programından geçirilmesini sağlıyor.










* Gelin adayları düğün gününde neler yemelidir?





Gelin; gecenin ilerleyen saatlerinde hazımsızlık çekmemek için yemeğinin hafif tariflerden oluşan bir yiyecek olmasına ve küçük porsiyonlarda zevkli bir sunumla servis edilmesine özen göstermelidir.





Yemeğin sunumunda renk, aroma ve yumuşaklık kriterlerinin çeşitli ve birbirleriyle uyumlu olmasına dikkat edilmelidir. Hafif bir tatlı seçimi ile yemeği tatlı noktalamak gerekir. Bu sayede yemek sonrasında uyku halinin oluşması engellenebilir.





Düğün heyecanının ilacı 2–3 bardak biberiye çayı!





Güne başlarken yüzünüze kocaman bir gülümseme kondurun ve su ısıtıcısının düğmesine basın. Stresli ya da biraz sinirli olabilirsiniz. Biberiye çayı, sinir sistemini dengeleme, ödem çözme ve kan dolaşımını güçlendirme özellikleri ile bu özel günün stresinden arınmanıza yardımcı olur.





Biberiye çayı: 12 tatlı kaşığı dolusu ince kıyılmış biberiyeyi, bir bardak kaynar suyla 10 dakika kadar demleyip, gün boyu 2-3 bardak için.





SEBZE VE MEYVE YİYİN





* Gelin adayları düğün öncesinde fazla kilolarından kurtulmak için neler yapmalı ?





Uyanır uyanmaz oda sıcaklığında su için. Suyun içine akşamdan kabuklu limon dilimleri koyun. Tuzu kesmeyin ama mutlaka azaltın. Şeker ve şekerli ürünler tüketmeyin. Sebze ve meyve ağırlıklı beslenmeniz; sindirim şikâyetlerinizi azaltarak uykuya dalmanızı kolaylaştırır.





Detoks süresince mevsim sebzelerini, mümkünse organik tarımla üretilmiş olanları tercih edin. Sebze ve meyvelerden maksimum sağlık faydası kazanmaya ve vücudun toksinlerden arınmasını hızlandırmak adına çeşitli beslenmeye dikkat edin.





Özellikle enginar, soya filizi, maydanoz, kuşkonmaz, koyu yeşil yapraklı sebzeler, domates, kereviz ve lahana yiyin. Geceleri ağır ve yağlı yemekler tüketmeyin. Stresli olacağınızdan bol bol kahve içmek isteyebilirsiniz.





Kendinizi kısıtlayın. Kahve, çay, soğuk içecekler, kakao ve kafeinli içecekleri azaltın. Kahve yerine rahatlatıcı bitki çaylarını tercih edin. Yeşil çay, ısırgan otuyla yapılan bitkisel çaylar ve özellikle biberiye çayı için.





* Gelin adaylarının gelinliklerinin içinde formda gözükmeleri için öneriler:





Haftada mutlaka en az 3 kere, 45 dakikalık tempolu yürüyüşler yapın. Mümkün olduğu kadar hareketli olun. Gün içinde küçük şekerlemeler yapmak ve günlük hayata kıyasla daha erken saatlerde uyumak; metabolizmanın dinçleşmesi, dolaşımın hızlanması ve sindirim sisteminin korunması adına son derece önemlidir.





Düğün gününün tadını çıkartmak için bu sürede alışkanlıklarınızı yeniden yorumlayın. Yürüyün, dans edin, plates gibi kasları geliştiren programlı sporlar yapın. Mümkünse bir uzmandan destek alın.





Toksinlerden arınmak adına belli aralıklarla pasif terlemeye yardımcı olabilecek sauna kullanımını da öneririm. Gelin hamamı da yararlıdır. Hamama giderek, cildinizi temizlemiş olursunuz.



Diyetisyen Taylan Kümeli

Ender Saraç Göbek eriten diyet

Eğer belirli bir bölgenizden (basen, göbek...) zayıflamak istiyor fakat bunu başaramıyorsanız umutsuzluğa düşmeyin. Böyle bir isteği ancak özel diyetlerle gerçekleştirebilirsiniz.

Sizlere 3 haftada, özellikle göbek-bel bölgesinden incelmeyi de sağlayacak özel bir program vereceğiz.


Ancak öncelikle şu noktayı vurgulayayım: Sadece diyetle bölgesel zayıflama tam olmaz.

Beraberinde özel egzersiz ve bazı özel bitkisel mönüler gerekir.

Bu programı 3 hafta uygulayın, 21'inci günün sonunda müthiş incelmeyi hayretle göreceksiniz.

Mekik hareketi

Dizlerimiz bitişik ve ayaklarımız birbirine paralel şekilde tabanları yeri gösterirken iki elimizi enseye koyup hızlı hızlı, sık sık ve kesik kesik hareketlerle karnımız acıyana kadar sabah ve akşam ellişer kez bu hareketi yapıyoruz. Bu hareket özellikle karın bölgesindeki kasları kuvvetlendirir, yağ dokusunu harekete geçirir ve yağların yanmasına yardımcı olur.

Sopalı hareket

Bu harekette de bir sopayı ense kökümüze alıp iki elimizi geçiriyoruz. Ayaklarımızı yere sağlam basıp süratli bir şekilde sağa ve sola doğru daha çok kalçadan yukarısını hızlı bir şekilde döndürerek birkaç dakikada bu hareketleri yapıyoruz. Bu haraket karnın yan tarafındaki kasların şekillenmesi ve göbeğin erimesini sağlar.

Bel kasları için mekik

Bir taraftaki kolumuzu, bükülmüş olan diğer taraftaki dizimize doğru hafifçe, sık sık ve seri hareketlerle yakınlaştırmaya çalışıyoruz. Bu hareketi de birkaç dakika dayanabildiğimiz kadar yapmaya gayret ediyoruz. Daha sonra diğer taraftaki ayağımızı ve kolumuzu değiştiriyoruz. Bu hareket karnın yan tarafına doğru olan kasları çalıştırmak için yararlıdır.

Haftanın tek günleri bunları yiyin

Kalkar kalkmaz: 1 bardak ılık ballı limonlu su (içine yarım tatlı kaşığı bal, 10 damla limon konacak).

Sabah sporu: 35 - 40 dakika tempolu yürüyüş yapın. Bol ter atmaya gayret edin. Ardından fotoğraftaki gibi 15-20 dakika spor.

Duş: Ham ipek kese veya kabak lifi ile 5 dakika fırçalar gibi göbek, basen, popo, bel sertçe fırçalanacak. 5 dakika kadar susam yağı, kekik yağı, biberiye yağı, melisa yağı ile aynı bölgeye masaj yapılacak.

Kahvaltı: 1 adet kabuklu yeşil elma, 1 adet sert şeftali


Ara: 2 parmak taze dil peyniri yiyebilirsiniz.

Öğle: 1 porsiyon ızgara tavuk (derisiz), bol rokalı yeşil salata (taze soğanlı).

Ara (saat 15.00): 3-4 yulaflı bisküvi.

Ara (saat 17.30): 1 adet yeşil elma.

Akşam: 4-5 kaşık zeytinyağlı fasulye (az yağlı), 1 dilim tam ekmek, mevsim salatası.

Gece: 1 bardak şekersiz tarçınlı ılık light süt. 3-4 fincan rezene çayı, yeşil çay, mısır püskülü, kiraz, avakado yaprağı karışım çayı içilecek.

Yasaklar
- Kolalı, şekerli içecekler
- Kızartma
- Hayvansal katı yağlar (tereyağı, kaymak, yağlı şarküteriler, yumurtanın sarısı, yağlı süt ürünleri, yağlı etler, tavuk - balık derisi, tam yağlı süt)
- Alkol (özellikle bira)
- Beyaz un
- Beyaz şeker
- Doğum kontrol hapları
- Aşırı gündüz uykusu
- Çikolata
- Yağlı çerezler
- Cips



Zayıflatıcı çayı elinizden düşürmeyin

Bir su bardağı için 1-2 adet avakado yaprağı, 1 çay kaşığı yeşil çay, küçük bir tutam kiraz sapı ve mısır püskülü, 1 çay kaşığı rezene tohumu sadece 1-2 dakika kaynatılacak ve hafifçe fokurdadıktan sonra 3-4 dakika demlenmeye bırakılacak.


Sonrasında şeker veya tatlandırıcı eklenmeyecek sadece çok ince bir dilim limonla içilecek. Yemeklerden biraz sonra da içebilirsiniz. Akşam yemeği mümkün olduğunca erken yenilecek.


Sabah ise erken kalkmak önemli çünkü erken kalktığınızda metabolizma hızlanır, sabah sporu ise vücudu canlandırır, harekete geçirir.

Dr. Ender Saraç

ŞİFALI BİTKİLER

Rezene : Kayalık yerlerde yetişen bu bitkiye Raziyane'de denir. Boylu bir ottur. Gevrek yaprakları vardır. Salata olarak yenildiği gibi, önce yeşil renkte ortaya çıkan ve olgunlaştıkça sarımsı hale dönen meyvesi turşularda kullanılır. Çok lezzetlidir. Şifası gölgede kurutularak saklanan olgun meyvelerindedir.

Faydası :
Damar sertliği, hava yutma ve sürekli hazımsızlıklarda; 30 gram kuru Rezene meyvesi, 1 litre suda haşlanır. Bu çay yemeklerden önce birer çay bardağı içilirse çok faydalıdır.

Roka (eruca sative) : Turpgiller familyasından; sapı tüylü, 40 cm kadar boyunda bir bitkidir. Çiçekleri sapın ucundadır. Rengi beyaza çalar, üzeri mor damarlıdır. Çok kokuludur. Yaprakları almaşık dizilişlidir.

Faydası : İdrar söktürür. Karında biriken suyu boşaltır. Kanın temizlenmesine yardımcı olur. Sıtma ateşini düşürür. Mafsal iltihaplarını giderir. Karaciğer ve dalak hastalıklarında faydalıdır. Safrayı boşaltır. Sarılığı keser. Karaciğer ağrısını giderir. İştah açar, hazmı kolaylaştırır. Cinsel gücü arttırır.

Şalgam (brassica napus) : Turpgiller familyasından; toprak altında şişkin bir yumru yapan, topaç biçiminde etli ve tatlı yumrumsu, iki yıllık bir bitkidir. Yaprakları parçalı ve tüylü, çiçekleri sarıdır. Yurdumuzda kökü basık ve yuvarlak olanlar makbüldür. İçeriğinde B vitamini ve madeni maddeler vardır.

Faydası : İdrar söktürür. Romatizma ve nikriste faydalıdır. Mafsal şişliklerini indirir, şikayetleri giderir. Böbrek kumu ve taşının düşürülmesine yardımcı olur. Apse, dolama, kan çıbanı ve donmalarda kullanılır. Ergenlik sivilcesi ve egzama gibi cilt hastalıklarında faydalıdır. Göğsü yumuşatır. Akciğerleri ve bronşları temizler, vücuda rahatlık verir. Boğaz iltihaplarını giderir. Nekahat devresini kısaltır. Kabızlığı giderir. Vücudun hastalıklara karşı direncini arttırır. Şeker hastalarının susuzluğunu giderir.

Şeftali (prunus persica) : Gülgiller familyasından; ılıman bölgelerde yetişen bir ağaç ve meyvesidir. A provitamini bakımından zengindir.

Faydası : Çiçekleri kabızlığı giderir ve bağırsak solucanlarını düşürür. Meyvesi hazmı kolaylaştırır. İdrar yollarını temizler. Bol miktarda idrar söktürür. Kabızlığı giderir. Susuzluğu giderir. Ve vücuda serinlik verir. Basur memelerinden doğan şikayetleri giderir. Safra kesesi ve böbrekler için faydalıdır.
Kabak (cucurbita) : Kabakgiller familyasından, meyvası sebze olarak kullanılan, otsu bir bitki cinsidir. Kökü saçak şeklindedir. Gövdesi sürüngen, köşeli, ince ve çok uzundur. Üzerinde sert ve kısa tüyler bulunur. Yaprakları büyük, kaba, tüylü; çiçekleri sarıdır. Meyvesi, etli ve suludur. İçinde kabak çekirdeği denilen pek çok tohum vardır.

Faydası : İdrar söktürür ve idrar tutukluğunu giderir. Böbrek ve mesane iltihaplarını temizler. Prostattan doğan şikayetleri giderir. Mide ve bağırsaklara yumuşaklık verir, kabızlığı giderir. Basuru olanlar için faydalıdır. Yüksek tansiyonu düşürür. Göğsü yumuşatır, öksürüğü keser. Helvacıkabağının çekirdekleri bağırsak kurtlarının düşmesine yardımcı olur. Lapası dıştan tatbik edilecek olursa boğaz ağrılarını ve kadınlarda görülen akıntıyı keser.

Nane (mentha) : Ballıbabagiller familyasından; nemli yerlerde yetişen, genellikle tüylü ve çok kokulu otsu bir bitki cinsidir. Başak biçiminde beyaz, pembe veya morumsu çiçekleri vardır. Güzel kokuludur.

Faydası : Hazmı kolaylaştırır. Gaz söktürür. Karaciğer yetersizliğini giderir. Safra akışını düzenler. Mide ağrılarını keser. Bağırsak spazmını giderir. Nefes almayı kolaylaştırır. Astım, grip, bronşit ve öksürükte faydalıdır. Sinirleri kuvvetlendirir. Sükunet verir. Heyecanları ve korkuyu yatıştırır. Kusmaları önler. Migren, uykusuzluk ve baş dönmelerinde faydalıdır. El ayak titremesi, dil tutukluğu, felç ve uykusuzlukta kullanılır. Kalbi kuvvetlendirir. Sinirsel kalp çarpıntılarını keser. Erkeklerde ruhsal kaynaklı iktidarsızlığı giderir. Anne sütünü artırır. Aybaşı kanamalarının muntazam ve ağrısız olmasını sağlar. Sütle şişen memelerin şişini indirir. Soğuk algınlığında faydalıdır. Bağırsak solucanlarının düşürülmesinde yardımcı olur. İdrar söktürür. Mide ülseri ve gastrit olanlar fazla kullanmamalıdır. Şekercilik, likörcülük, lavantacılık ve eczacılıkta kullanılır.
Adaçayı (salvia officinalis) : Ballıbabagillerden; özellikle Akdeniz bölgesinde yetişen ıtırlı bir bitkidir. Menekşeye benzeyen çiçekleri haziran, temmuz aylarında açar. Yaprakları uzun, kenarları tırtıllı, beyazımsı yeşil renktedir. Hafif kafuru kokusu vardır. Çiçek açtığı zaman toplanıp, kurutulur.

Faydası : Mide va bağırsak gazlarını giderir. Mide bulantısını keser. Hazım sisteminin düzenli çalışmasını sağlar. Boğaz, bademcik ve dişeti iltihaplarını giderir. Göğsü yumuşatır. Astımdaki sıkıntıları geçirir. İdrar ve ter söktürür. Banyo suyuna katılıp yıkanılırsa; zindelik verir. Günde, 3 kahve fincanından fazla içilmemelidir.

ZEYTİNYAĞI VE FAYDALARI

Zeytinyağlarını insan sağlığında ve özellikle kalp ve damar hastalıklarından korunmada etkili olması, tekli, doymamış bir yağ olmasındandır.
-Kandaki HLD dediğimiz iyi huylu kolesterol düzeyini arttırır.
-LDL kolesterolü temizler.
-Yağların içinde hazmedilmesi en kolay olan olduğu için sindirim kolaylığı sağlar.
-Çocuklarda beyin ve kemik gelişimini hızlandırır.
-E vitamini sayesinde yaşlanma etkilerini azaltma ve doku yenileme özelliği taşır.
-Kireçlenmeyi önlemede büyük rol oynar.
-Cansız saçların kuvvetlenmesini sağlar.
-Zeytinyağı unutkanlığı önler : Akdeniz ülkelerinde yaşayan ve yemeklerinde çoğunlukla zeytinyağı kullanan toplumların 65 yaş üzeri yetişkinlerinde hatırlama oranının diğer ülke yetişkinlerine göre çok daha fazla olduğu saptanmıştır.
Bunları Biliyor musunuz?

Türkiye kalp projesi araştırmalarının sonuçlarına göre, Türkiye'deki ölümlerin yüzde 37'si kalp hastalıklarından kaynaklanıyor. Kolesterol yüksekliği zeytinyağı en az tüketen Karadeniz bölgemizde, en düşük oran ise zeytinyağı ağırlıklı beslenen Ayvalık çevresinde. Zeytinyağını bol tüketen ülkelerde özellikle Yunanistan, İspanya ve İtalya'da kalp ve damar hastalıkları ve bu hastalıklardan ölüm oranı çok düşük.

Amerika'nın ünlü beslenme uzmanı Ancel Keys, Akdeniz ülkelerinde damar ve kalp hastalıklarına çok az rastlanmasının nedenini araştırmış ve bütün yemeklerde sadece natürel, sızma zeytinyağı kullanan bu hastalarda ülser yaralarının kapanma oranının yüzde 55 olduğu saptanmıştır. Ciltlerine radyasyon verilmeden önce zeytinyağı sürülen hamsterlarda, zeytinyağının radyasyona karşı kesin ve tam bir koruyucu madde olduğu saptanmıştır.

Bugün dünyanın en önemli kanser ilacı köpek balığı kıkırdağıdır. Köpekbalığından çikan sgualene adlı madde sızma zeytinyağında bol miktarda bulunur Günde 100 cl . zeytinyağı tüketimiyle köpekbalığı kıkırdağından alınacak kadar sgualene alınır. Zeytinyağı kanser riskini % 50'ye yakın azaltmaktadır.


Zeytinyağı hücreleri korur. Zeytinyağının içinde bulunan Oleiprine adlı madde sayesinde hücreler yenilerek kansere karşı hücreleri korur.


Zeytin yağı üretim aşamasında ısıyla temas etmemesi gerekiyor. Bu nedenle sağlıklısı Riveriya değil, Sızma olanıdır. Aslında en doğrusu, kokusuna alışıp mümkün olduğunca az veya hiç rafine edilmemişi kullanmaktır.


Zeytin ağacının dalları, yaprakları ve reçinesi olduğu kadar, yağıda yıllardır ilaçların bileşimlerinde yer alan doğal maddelerden birisidir, doğal bir ilaçtır.


Yiyeceğin yanısıra merhem olarak da kullanılan zeytinyağı; tahrişin neden olduğu acı ile yanmayı giderici ve yumuşatıcı özellikleri olan losyondurda.

Zeytinyağı, derinin foliküllerine penetre olabildiği için, gerek internal gerekse eksternal dokuların yara veya iritasyonunda ve enfeksiyonlara karşı faydalıdır.


Sindirim sistemini etkiler; ister soğuk olsun, ister sıcak olsun zeytinyağı mideyi çepeçevre koruyucu bir tabakayla sararak mide asitini azaltır. Yemek öncesi veya sonrası alınan bir kaşık zeytinyağı, mide zarını örtüp alkolün işlemesini önleyeceği gibi, karışık içkilerin yol açtığı sarhoşluğuda azaltır.


Gastrit ve ülsere karşı korumada etkin yardım sağlar. Hazmı en kolay olan zeytinyağı besinlerin bağırsaklar tarafından çok daha iyi emilmesini sağlayarak bağırsakların çalışmasını düzenler. Isıtılmış olsun yada olmasın zeytinyağı gastrik asiditeyi azaltabilmektedir. Tahriş giderici etkileri ülsere karşı koruma sağlar. Bağırsaklardan yiyecek geçişini kolaylaştırmak suretiyle konstipasyona engel olur.

Zeytinyağı safra kesesinin kontraksiyonlarını (kasılma) ve safra salgılanmasını uyararak safra taşı oluşum riskini azaltır, hazmı kolaylaştırır. Dalakta taş oluşumunu önler. Sarılığa ve karaciğer sancılarına iyi gelir. Oruç tutanlar, sahurda bir çorba kaşığı zeytinyağı içerse safra kesesi ve barsakları rahatlatacaktır.

Sabah kahvaltıdan önce alınan 1 veya 2 çorba kaşığı zeytinyağı -basit kronik kabızlığa - iyi gelir (daha iyi netice için suyla karıştırılabilir). Basur şikayetlerini giderir; sıcak olarak içilir.
Anne sütündede bulunan E vitamini ve oleik asit içeriği ile zeytinyağı, normal kemik gelişimine katkıda bulunur. Anne karnında ve doğumdan sonra bebeğin beyninin olduğu kadar, genel olarak sinir sisteminin gelişimini de desteklediğinden, gebe ve emziren annelere özellikle yararlıdır.

Zeytinyağı yaşlanmanın, hem genel olarak doku ve organlar, hemde beyin fonksiyonları üzerinde ki etkilerini geciktirmektedir.


Yüksek tansiyonu düşürür; yaprakları ve dallarından çay yapılır. Taze yada kuru zeytin yaprağını 300 gr. suda 15 dakika kaynatıp, süzdükten sonra şeker ilave edrek 15 gün boyunca her sabah akşam sıcak içmek faydalıdır.

Kan şekeri seviyesinin düşmesine yardım eder.

Ağrı, romatizma, burkulma ve adale incelmelerinde; zeytinyağı sürülür veya 200 gr taze çiçek ve yaprak, 100 gr sarı papatya ile 1 kg zeytinyağını arada sırada karıştırarak iki saat 'benmari' içinde kaynattıktan sonra içindekileri süzüp ağrı veren yerler ovulur. Kapalı yanıklarda zeytinyağı sürülerek kullanılır.

Kötü kolesterol LDL'yi azaltırken, iyi kolesterol HDL'yi artırır.(Yüksek LDL kolesterolü seviyesine bağlı olarak yükselen kolesterol seviyesinin aterosklerotik kalp hastalığında nedensel rol oynadığı kuşkusuzdur.Epidemiyolojik veriler koroner kalp hastalığı vakalarındaki düşüşün total veya LDL kolesteroldeki düşüş ile beraber olduğunu göstermektedir.)

Diyetle alınan doymuş yağ asitlerinin (DYA) total kolesterol seviyesini yükseltettiği iyi bilinmektedir. DYA ile tetiklenen kolesterol yüksekliği çoğunlukla LDL kolesterolündeki yüksekliğe bağlıdır. DYA ve hayvansal yağdan zengin diyetler HDL kolesterolü ve apo A-1 de de yükselmeye yol açar.

Yüksek karbonhidratlı ve düşük yağlı diyet tüketen toplumlarda düşük HDL kolesterol ile düşük LDL kolesterolün birlikte bulunması koroner riski artırmazken, yüksek DYA içeren diyete bağlı olarak LDL'nin yükseldiği toplumlarda daha yüksek HDL seviyesine rağmen koroner riski yüksektir.Yüksek hayvansal yağ içeren diyetlerin LDL- HDL oranını, düşük yağ içeren veya çoklu doymamış yağ asitinden (ÇDYA) zengin diyetlere kıyasla daha fazla yükselttiği görülmüştür. Laurik, miristik ve palmitik asit birlikte tüm DYA ların başında gelirken, mistrik asit tereyağında, hurma çekirdeğinin yağında, hindistan cevizinin yağında bulunmaktadır.Son ikisi aynı zamanda çok yüksek oranlarda laurik asitte içerirler.Bu üç yağdan hangisinin kolesterol yükseltme potansiyelinin en fazla olduğu hala tartışma konusudur. Her üçününde LDL kolesterolünü yükselttiği yapılan çalışmalarda gözlenmiştir. DYA yerine linoleik asit konulduğunda total kolesterolde düşüşe neden olmaktadır. Diyetteki başlıca tekli doymamış yağ asidi oleik asittir.Oleik asit zeytinyağında hakim olan yağ asididir. Düşük yağlı, yüksek karbonhidratlı diyetler total ve LDL kolesterol konsantrasyonlarını anlamlı olarak düşürürken aynı zamanda kesinlikle HDL seviyesinde de düşüşe neden olur. Zeytinyağı sağlıklı lipid düşürücü diyete yararlı katkıda bulunur.

Kalp dostu;zeytinyağı hayvansal yağların tersine kandaki kolesterol miktarını ve dolayısıyla kalp krizi riskini azaltır. Kan plateletlerinin toplanmasına engel olarak kan pıhtılaşması riskini de yok eder.

İçerdiği linoleik asit yüzdesi nedeniyle anne sütüne benzeyen zeytinyağı, inek sütüne katıldığında anne sütüne yakın değer elde edilir.Sütü kesilen anneler yağsız inek sütüne biraz zeytinyağı katıp bebeğe verilebilir.

Günde birkaç damla zeytinyağı bebeğin gelişimine büyük katkı sağlar.

İçerdiği E, A, K vitaminleri ile her yaştaki çocuğun gerekli ihtiyacına yanıt verir. Bu vitaminler kemiklerin doğal gelişimine ve mineralleşmeye yardımcı olup, güçlenmesini hızlandırır. Her yaştaki insan için yararlıdır.

Böbreklerin ıslahında,taşları düşürmede, bağırsak kurtlarını düşürmede, karın ağrısında sıcak su ile içilmesi iyi gelir.

Çocukları raşitizmden korur. Siyatik, mafsal ağrılarına iyi gelir; zeytinyağı tortusu sürülür.
Ağızda çalkalandığında ,dişlerin beyaz olmasını sağlar,diş etlerini korur, diş çürümelerini önler.
Zeytinyağı sağlık ve güzellik kaynağıdır. Cilde ve saçlara çok faydalıdır. Cildi besler, korur ve yumuşatır.
Saçları dökülenlere; 1 yumurta sarısı ve zeytinyağı karışımını saç diplerine sürerek 1 saat bekletilip daha sonra yıkanması, arada bir tekrarlanması gerekir.

Kaynak:Lokman Hekim

SAFRANBOLU


Anadolu’nun kuzey batı kesiminde, Antik Devirde tarihçi Homeros’un İlyada destanında Paplagonya olarak geçmektedir. Yörede sırası ile Hititler, Frigler, dolaylı yoldan Lidyalılar, Persler, Helenistik Krallıklar (Pondlar), Romalılar, Selçuklular, Çobanoğulları, Candaroğulları ve Osmanlılar egemenlik kurmuşlardır.


Safranbolu 1196 tarihinde Selçuklu Sultanı II.Kılıç Arslan’ın oğlu Tarihi süreç içerisinde ise 1213-1280 tarihleri arasında Çobanoğullarının, 1326-1354 tarihleri arasında Candaroğlullarının, 1354-1402 ve 1423 yılından itibaren de Osmanlıların egemenliğine girmiştir.

Safranbolu geleneksel Türk toplum yaşantısının tüm özelliklerini yansıtan ve uzun tarihi geçmişinde yarattığı kültürel mirası çevresel dokusu içinde koruyan örnek bir kenttir. Sahip olduğu zengin kültürel mirası kent ölçeğinde korumadaki başarısı Safranbolu’yu Dünya Kenti ününe kavuşturmuş ve UNESCO tarafından Dünya Miras Listesine alınmıştır.

Yaklaşık 3000 yıllık tarihi geçmişe sahip olan Safranbolu pek çok uygarlığa ev sahipliği yapmış ve günümüze bir kültür zenginliği olarak ulaşmıştır. Özellikle Osmanlı döneminden kalma han, hamam, cami, çeşme, köprü ve eşsiz konaklar gelenlere hayranlık uyandıracak niteliktedir.

1975 yılında Yüksek Anıtlar Kurulunun Safranbolu’yu kentsel sit ilan etmesi ile akademik düzeyde başlayan kente olan ilgi , zamanla ülkemiz sınırlarının dışına taşmıştır. 90’lı yılların başından bu yana küçük ve orta ölçekli turistik tesislerin oluşumu ile turizm ilçe ekonomisindeki yerini hissettirmeye başlamış, terk edilen konaklar, otel, lokanta gibi işlevlerle yaşama dönüştürülmüş, bozulan arnavut kaldırımları yeniden yapılmış, anıtsal eserler restore edilmeye başlanmış, kaybolmak üzere olan el sanatları turistik amaçla yeniden canlılık kazanmıştır.



Safranbolu'nun İsimleri



Safranbolu’nun belgelere dayanan bilinen ilk tarihi Bizans Döneminde başlamaktadır.(395-1453) Bizans Döneminde Safranbolu Dadybra (Dadibra), müslüman Arap akınları karşısında bir müstahkem kale olarak (Akratia) kurulmuş ve önem kazanmıştır.
Bizanslılar Döneminde kentin adı Dadybra’dır. 1196 tarihinde Selçuklular zamanında kentin adı Zalifre olmuştur. Beylikler döneminde ve Osmanlıların ilk zamanlarında kentin adı Borglu ve Borlu şeklini almıştır. 16 yy. Osmanlı Tapu ve Tahrir defterinden izlenebileceği gibi Borlu, yöreye yerleşen Taraklı Aşiretinden dolayı Taraklıborlu olmuştur.
Taraklıborlu adından sonra Safranbolu için Osmanlılar Döneminde kullanılan diğer adlar, 18 yy. ortalarında Zağfiran-ı Borlu, 19 yy. ikinci yarısında kısa bir süre için Zağfiran-ı Benderli 19. yy.lın son çeyreğinden itibaren Zağfiranbolu, son olarakta Zafranbolu ve Safranbolu biçimine dönüşmüştür.
Kente adını veren Safran bitkisi kendi ağırlığının yüz bin katı kadar sıvıyı sarıya boyayabilme özelliğine sahiptir.Gıda, ilaç ve kozmetik sanayiinde kullanılmaktadır.Bu ilgi çekici bitkinin dünyada üretildiği ender yerlerden biri Safranbolu’dur.

LOKUM NASIL YAPILIR

Kısa Tarihçe
Osmanlıca rahat ul-hulküm yani boğaz rahatlatan kelimesinden türeyen Lokum, yaklaşık 15. yüzyıldan beri Anadolu’da bilinmekle birlikte, özellikle 17. yüzyilda Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde yaygınlaştı. Avrupa’da ise bir İngiliz gezgin aracılığıyla 'Turkish Delight' adıyla 18. yüzyılda tanınmaya başlandı. Daha önceleri bal ya da pekmez ve un bileşimi ile yapılan lokumun 17. yüzyilda 'Kelle şekeri' olarak bilinen rafine şeker ile özellikle nişastanın bulunup ülkeye getirilmesi sayesinde hem yapımı, hem de lezzeti değişti.

Lokum & Sağlık

Lokum doğal ve sağlıklı bir besin kaynaği olup, pek çok yararının olduğu bilinmektedir. Örneğin, proteinli besinler, kullanıldıktan sonra vücutta yakılır ve bunun sonucu üre, ürik asit ve kreatinin gibi atık maddeleri açığa çıkar. Bu maddeler böbrek hastalarında idrarla vücuttan atılamaz ve kanda yükselir. Sade lokum karbonhidrat kaynağı olduğundan, böbrek hastalarınca devamlı tüketilmesi önerilmektedir. Ayrıca, yerelde lokumun hala yara ve çıbana tedavi amaçlı sarıldığı da bilinmektedir.

Nasıl Yapılır ?

Genel olarak işletmelerde, lokum yapımında şöyle bir yol izlenmektedir. Önce, şeker çözünebilecegi kadar su ile birlikte kaynatma kazanına konulup, karıştırılarak ısıtılır. Bu arada sitrik asitte bir başka kapta bir miktar suda çözündürülür. Kullanılacak suyun geri kalan kısmında ise nişasta süspansiye hale getirilir. Sonra nisaşta süspansiyonu ve asit de şeker çözeltisine katılarak karışım karıştırılarak kaynatılır.

Kitle belirli bir kıvama erişince (kazandan alınıp soğutulan bir miktar örnek parmaklar arasında yuvarlanıp parmaklar açıldığında örnek iki parmağa birden yapışıp uzamadığı, şeklini koruyarak parmaklardan birinde kaldığı zaman) ateşten indirilip nişastalı tahta tablalara dökülür.12-24 saat tablalarda bekletilip dinlendirilir. Sonra üzerine hindistan cevizi yada pudra şekeri ve nişasta karışımı dökülerek, mermer tezgahlar üzerinde, istenen büyüklük ve şekilde kesilip pudra şekeri ya da hindistan cevizine bulanarak ambalajlanır..

çikolata yapımı ve kaliteli çikolata


Çikolata yapımı için önce kakao çekirdekleri eziliyor ve kakaonun yağı ile özü birbirinden ayrılıyor. Beyaz küvertür ağırlıklı olarak kakao yağı ve süttozundan oluşurken, bitter ya da sütlü (siyah renkli) küvertür ise kakao yağı, süttozu, şeker ve çikolatanın kendinden oluşuyor.
Kendi çikolatanızı yapmak için öncelikle beyaz ya da siyah küvertürlerinizin olması gerekiyor. Bunları pastane malzemeleri satan yerlerden edinebileceğiniz gibi marketlerde satılan kare ya da dikdörtgen çikolataları da kullanabilirsiniz. Küvertürler, çikolatanın iç dolgusu için hazırlanan karışım malzemesi ve bu iç dolguyu kaplamak için kullanılıyor. Küvertür (minik minik kesebilirsiniz) koyduğunuz kabı, içi sıcak su dolu bir başka kapa koyarak (benmarin usulü) eritiyorsunuz. Ama dikkat etmeniz gereken önemli bir nokta var. Çikolatanın asla su ile temas etmemesi geriyor. Bir minik not daha, eriyen küvertürünüzün kalitesini soğudukça üstünde yağımsı bir madde bırakmamasından ya da soğukça üstünün kuruyup çatlamamasından da anlayabilirsiniz. Küvertürü çikolata kaplarına dökün, iyice sallayın ki içinde hiç hava kalmasın sonra dükün, bir daha doldurun ve yine dökün. Kalıbın içinin her tarafının çikolatalanmasını sağlayın. İçini boşalttığınız kalıbı buzdolabında soğutmaya bırakın. Bu arada kalıplarınızı asla sert malzemeler ile yıkamayın ki çizilmesin ve kurumuş bile olsa iyice kurulayın çünkü içinde kalan su damlacıkları çikolatanızın mat olmasına neden olur.


Ayrıca çikolataların kalitesi içlerinde bulunan kakao yağı seviyesi ile ölçülüyormuş.Siz de yediğiniz çikolatanın ne kadar kaliteli olduğunu,elinize aldığınızda vücut ısısı ile erimesinden ve kestiğiniz zaman içinin berrak ve saydam olmasından(kalitesiz çikolatalar kesildiğinde damar damar olurlar.)anlayabilirsiniz.Çikolatanın yumuşak olması için ise soya lesitin katılır içine...Bütün çikolata sevenlere bol çikolatalı günler...

Shadyside ınn suites



Shadyside Inn Suites is different. Your idea of staying in a hotel is about to change. Our suites are not typical hotel rooms. In fact we do not have rooms; we only offer suites. Why are we different? Your suite is a fully furnished apartment with the same amenities as a hotel located in a residential neighborhood. It’s not just any neighborhood, it's Shadyside, Pittsburgh’s most quaint, trendy, and upscale urban area. Picture Boston’s Newberry Street, or New York’s East Village and you will get an idea of what the Shadyside area is like.

Imagine having your own apartment in the best location in Pittsburgh for as little as a day or for as long as a lifetime. Shadyside Inn Suites is as flexible as you need. Only going to be here for a night? Why not have your own fully equipped apartment? Need somewhere to stay for a month while your house is renovated? Shadyside Inn Suites is your answer. Looking to attend the University for only nine months? Shadyside Inn Suites can accommodate. Think this is going to cost you more than a hotel? Not even close. Our rates are lower, our suites are double the size of any hotel in the area, our parking is free, and our location is unrivaled.

Our suites are located within a block or two of some of the best dining, entertainment, and shopping in Pittsburgh. At your door are 135+ shops, 15+ restaurants and some of the best nightlife in the area. Shop in small boutiques, visit your favorite national store, and dine on cuisines from all over the world. Shadyside living is unmatched.

Stay in Shadyside and still be approximately 4 miles from Downtown Pittsburgh and the Convention Center and less than 1 mile from the following hospitals: Presbyterian, Montefiore, Magee Women's, Falk Clinic, West Penn, Children's, Shadyside Hospital, and Western Psychiatric

Within 1 mile of the Shadyside Inn Suites is The Carnegie Museum of Art, The Museum of Natural History, The University of Pittsburgh, Carnegie Mellon University Chatham College, and Carlow College.

Besides coming for a visit, the best way to learn about our story is read what other people have said about us. Please click on the following links to read what the professionals have to say.

Evansville Plaza Hotel-Suites&Evansville Hotel Indoor Pool Area



Evansville Plaza Hotel Suites & Evansville Hotel Indoor Pool Area
Evansville Plaza Hotel Suites & Evansville Hotel Indoor Pool AreaYou will Enjoy Midwestern hospitality and affordable rates at the Evansville Plaza Hotel and Suites. For the price of one of our spacious rooms you will enjoy all that the Plaza Hotel in Evansville has to offer such as an indoor heated pool, 24-hour fitness room and complementary continental breakfast. In room amenities include: free wireless internet access, coffeemakers, hair dryers, & irons just to name a few.The Evansville Plaza Hotel & Suites is located on State Highway 41 next to the Evansville Regional Airport making it convenient to many Evansville Indiana attractions and businesses such as The University of Southern Indiana, Angel Mounds State Historic Site, Wesselman Woods Nature Preserve, Casino Aztar and many popular area restaurants. From its services and amenities to its convenient location, Plaza Hotel and Suites has something for everyone.Plaza Hotel & Suites - Affordable

KYC compliance


Know Your Customer (KYC) compliance regulation has proved to be one of the biggest operational challenges banks, accountants, lawyers and similar financial service providers worldwide have had to overcome.

World-Check, the industry standard KYC compliance solution, provides an overview of KYC compliance and its origins, and outlines the compliance mandate as applicable to banks, accounting firms, lawyers and other regulated financial service providers – not just in the UK, Europe and the USA, but all around the world. Relied upon by more than 3,000 institutions worldwide, this KYC database solution provides effective legal and reputational risk reduction.

Why “Know Your Customer?”


The 9/11 terrorist attacks on the World Trade Centre revealed that there were sinister forces at work around the world, and that terrorists activities were being funded with laundered money, the proceeds of illicit activities such as narcotics and human trafficking, fraud and organised crime. Overnight, the combating of terrorist financing became a priority on the international agenda.

For the financial services provider of the 21st century, “knowing your customers” was no longer a suggested course of action. Based on the requirements of legislative landmarks such as the USA PATRIOT Act 2002, modern Know Your Customer (KYC) compliance mandates were created to simultaneously combat money laundering and the funding of terrorist activities.

What is Know Your Customer (KYC)?


Know Your Customer, or KYC, refers to the regulatory compliance mandate imposed on financial service providers to implement a Customer Identification Programme and perform due diligence checks before doing business with a person or entity.

KYC fulfils a risk mitigation function, and one its key requirements is checking that a prospective customer is not listed on any government lists for wanted money launders, known fraudsters or terrorists.

If preliminary KYC checks reveal that the person is a Politically Exposed Person (PEP), for example, Advanced Due Diligence must be done in order to ensure that the person’s source of wealth is transparent, and that he or she does not pose a reputational or financial risk in terms of their finances, public positions or associations. Beyond customer identification checks, the ongoing monitoring of transfers and financial transactions against a range of risk variables forms an integral part of the KYC compliance mandate.

But to understand the importance of KYC compliance for financial service providers better, its origins need to be examined.

Origins of Know Your Customer (KYC) compliance


The arrival of the new millennium was marred by a spate of terrorist attacks and corporate scandals that unmasked the darker features of globalisation. These events highlighted the role of money laundering in cross-border crime and terrorism, and underlined the need to clamp down on the exploitation of financial systems worldwide.

Know Your Customer (KYC) legislation was principally not absent prior to 9/11. Regulated financial service providers for a long time have been required to conduct due diligence and customer identification checks in order to mitigate their own operation risks, and to ensure a consistent and acceptable level of service.

In essence, the USA PATRIOT Act was not so much a radical departure from prior legislation as it was a firmer and more extensive articulation of existing laws. The Act would lead to the more rigorous regulation of a greater range of financial services providers, and expanded the authority of American law enforcement agencies in the fighting of terrorism, both in the USA and abroad.

In October 2001, President George W. Bush signed off the USA PATRIOT Act, effectively providing federal regulators with a new range of tools and powers for fighting terror financing and money laundering. During July 2002, the US Treasury proceeded to introduce Section 326 of the PATRIOT Act, a clause that removed some key burdens for regulators and added significant enforcement muscle to the Act.

What 9/11 changed, in essence, was the extent to which existing legislation was being implemented. Using the provisions of the earlier anti-terrorism USA Act as a foundation, it included the Financial Anti-Terrorism Act, which allowed for federal jurisdiction over foreign money launders and money laundered through foreign banks. Significantly, it is this anti-terror law that would make the creation of an Anti Money Laundering (AML) programme compulsory for all financial institutions and service providers.

Section 326 of the USA PATRIOT Act dealt specifically with the identification of new customers (“CIP regulation”), and made extensive provisions in terms of KYC and the methods employed to verify client identities.

In accordance with this piece of updated KYC legislation, federal regulators would hold financial institutions accountable for the effectiveness of their initial customer identification and ongoing KYC screening. Institutions are required to keep detailed records of the steps that were taken to verify prospective clients’ identities.

Although current KYC legislation does not yet demand the exclusion of specific types of foreign-issued identification, it recommends the usage of machine-verifiable identity documents. The ability to notify financial institutions if concerns regarding specific types of identification were to arise, combined with a risk-based approach to KYC, proved to provide a robust mechanism for addressing security concerns.

Effectively, the risk-based approach to customer due diligence grants regulated institutions a certain degree of flexibility to determine the forms of identification they will accept, and under which conditions.

KYC compliance: Implications for banks, lawyers and accounting firms


The KYC compliance mandate, for all its positive outcomes, has burdened companies and organisations with a substantial administrative obligation. Additionally, KYC compliance increasingly entails the creation of auditable proof of due diligence activities, in addition to the need for customer identification.

Huntron Scanners

Add Scanning Capabilites to Your Huntron Tracker Model 30 System

Adding a Huntron® Scanner to your Tracker Model 30 system lets you access components using standard DIP clips and cables, custom cables to PCB connectors or interface to a bed-of-nails.
You can compare one component with another in real-time (64 pins max.) or use your PC to automate testing and scan up to 128 pins.
Huntron Scanners can be used with a Huntron Access Prober to provide Common line connections while the Prober is probing a PCB. This method gives you up to 128 selectable Commons to use. For example, you can connect the Scanner to a connector on a PCB mounted in the Prober using a common ribbon style cable. While the Prober is probing, any one of the lines on the connected ribbon cable can be selected as the Common reference. This would provide you true point-to-point testing capabilities.
Note: The ProTrack Scanner will be replaced by the Scanner II and/or the Scanner 31S effective 1/1/2008. This applies to commercial sales only.


Scanner II and Scaner 31S users may want to consider these Optional Accessories to enhance their test capabilities.

Highlights:

* The Scanner II and Scanner 31S accessories add scanning capability to the Tracker Model 30
* All Scanners have a minimum 64 pin capability
* The Scanner II can scan up to 128 pins when the A and B channels are combined
* The Scanner 31S use standard IDC style connectors
* The Scanner II uses the common SCSI-2 (68 pin) style connectors
* Up to 8 Scanner IIs can be “daisy-chained” to increase the available number of test pins

Selecting Accessories for your Scanner II
The Scanner II accessories for interfacing to your printed circuit board come "ala carte". This means that you select the accessories you want included with your Scanner. Choose from SMT or through-hole style DIP clip and cable kits (Scanner Adapter required with Scanner II) or a mutli-pin breakout cable. Details on these accessories are provided on this page.

misvak ve dişler

Dişler sağlam yapıları ile sahibinin ölümünden uzun yıllar sonrasına kadar dayanabilmelerine rağmen bakımsızlık sebebiyle ilk kaybedilen organ sırasını da alabilir.
Düzgün konuşmanın ilk şartı olan dişler, yokluğunda, psikolojik.menfi tesiriyle dikkatleri üzerine çekmiştir.
Ön ve köpek dişleri kesip parçalamaya yararlar. Yokluğunda yüz estetiğinde korkunç uyumsuzluk hasıl olur. Azıların olmaması ise öğütme işleminin eksikliğiyle neticelenir ki; hazımsızlıkla başlayan ve çeşitli sindirim yolu bozukluklarına sebep olan durumlara yol açtığı gibi, yanakların içe çökmesiyle neticelenen bir görünüm bozukluğu tablosunu da verir.
Umumen bütün dişler besinleri parçalaması açısından lezzet almamızı sağlarlar. Çiğnemeden yuttuğumuz yiyeceklerden aldığımız lezzet çok azdır.
Dişlerin en büyük düşmanları ağızda kalan yiyecek parçalarında çoğalan bakterilerdir. Bunlar besinleri mayalandınp, ürettikleri asitle dişi deler ve derine inerler. Diş çürüğü adını verdiğimiz bu olay mine üzerindeki çatlaklardan bakterilerin direk girişi ile de olabilir. Bu patolojik durumu önlemek, ihmali halinde çabuk müdahale (dolgu) diş kaybına nazaran daha ucuz, ağrısız ve daha tutarlı bir yoldur.
Ağız, diş ve diş eti sağlığı bakımından diş paslarının da ehemmiyeti büyüktür. Bakımsız ağızlarda dişlerin çiğnemeye katılmayan bölgelerinde beyaz sarımtrak renkteki yumuşak diş pasları, uzun zaman ağızda kalırlarsa pis koku ve kötü lezzet verirler. Bakımlı dişlerde sabah temizliğinden önce görülüp 24-48 saat içinde bir mm kalınlık kazanabilir. Eski paslar mine için tehlikeli olduğu gibi diş etine de zararlıdır. Tükürüğün tesirinin yanında, paslar; diş taşları için bir başlangıçtır.
Umumiyetle iki sınıf altında toplanan diş taşları diş ile diş eti arasına birikerek irtibatı keser ve buralarını bakteri yuvasına döndürür, iltihaplara, kanamalara, harâbiyetlere, dolayısıyle dişin kısa zamanda göçüne sebebiyet verirler.
"Salvadora Persika" adı verilen, "Erak" ağacının kök ve dallarından elde edilen misvak, Peygamberimiz (sav) tarafından, tavsiye edilmiştir. Bu fırça, adı geçen ağaçtan kesilen parçanın, kabuğu 1-2 cm sıyrılıp suda yumuşatılarak liflerinin açığa çıkması ile elde edilmiş olur. Doğu Afrika'dan Hindistan'a kadar olan bölgelerde yetişen bu step bitkisi bol, ekonomik ve pratiktir. Taşınması kolay, formalitesi azdır, insana faydalı bir alışkanlık olan devamlı fırçalamayı kazandırır. Meyvesi yenen güzel kokulu bu bitkinin şu tıbbî faydalarından söz edilir ki; diş fırçalarına nisbeten bir kıyaslama yapabiliriz:
1) Antiseptik bir hususiyeti vardır.
2) Kokusu tükrük salgısını artırdığından diş etlerinin kurumasını önler.
3) PH'ı tükrük PH'ı ile aynıdır. Dolayısıyla yabancı cisim reaksiyonu göstermez (Diş fırçalarında ise PH'tan bahsedilemez. Ağız için tamamen yabancı bir cisimdir).
4) Ege Üniversitesinde yapılan bir araştırmada, liflerinde baklava dilimi şeklinde "anizotrop" basit prizmatik billur kristallerinin varlığı tesbit edilmiş, bunların "kalsiyum oxalat" olduğu anlaşılmıştır. Bunun ise mekanik temizliğe tesiri büyüktür.
5) Yine aynı araştırmada tesbit edilen saprofit gram (-) bakterilerinin de faydalarından bahsedilmiştir.
6) Bu nebatî fırçanın aktif kısmı haftada bir değiştirilerek yeni bir fırça kullanma avantajı kazandırır.
7) Toz haline getirilmiş köklerinden macun yapılır. Kökleri kaynatılıp içilirse "bel soğukluğu" hastalığını önler. Dalak bölgesi ağrıları için çorba kıvamında içmek gerekir.
8) Diş macunları ileri derecede bazik olduğundan ağız içi dengesini bozar. Misvakta ise yüksek konsantrasyonlarda asit veya bazik tabiatta maddeler yoktur.
9) Bütün fırçalama metodlarına uygulanabilmesi, ağaçtan elde edildiğinden istenilen boy, kalınlık ve şekilde temini, fırçalama anında liflerinin elektrikli diş fırçalarında olduğu gibi rotasyon yapması, kuvvet fırçaya dik uygulandığından mumlu diş iplikleriyle yapılan temizliğin eldesi onu kıyas yapılmaz bir üstünlüğe eriştiriyor. (Dr.M.Ayvalı, Sızıntı Dergisi, s.3)

DUA HAKKINDAKİ HADİSLER


Dört dua vardır ki, redde uğramaz: Evine dönene kadar hacca gidenin duası... Ailesine dönünceye kadar savaşa gidenin duası... Şifa buluncaya kadar hastanın duası... Mü’minin mü’mine gıyabında (yüzüne söylemeden ve haber vermeden) yaptığı dua. Bu dualardan en çabuk kabul edileni, mü’minin mü’mine gıyabında yaptığı duadır.
Hadis (Deylemi).





Kıyamet gününde şehitler getirilip, hesap için durdurulur. Sadaka verenler getirilip, hesap için durdurulur. Dert verilip belaya uğratılanlar da getirilir, ancak onlara ne mizan kurulur ve ne de divan. Kendilerine yağmur gibi sevaplar yağdırılır. Bela ehlinin elde ettiği bu sonsuz ödülleri gören mahşer halkı, “ah keşke dünyada iken biz de hastalansaydık da cesedlerimizi makaslarla kesseydiler”, diyerek onların elde ettikleri mükafatlara imreneceklerdir.
Hadis-i Şerif (Taberani,Mu’cemul-Kebir).

Hanımların günlük beyaz akıntısı abdesti bozar mı?

FATMA YÜKSEL247. sayımızda yer alan "Hanımların beyaz akıntısı abdesti bozar mı?" sorusuna verilen cevap nedeniyle birçok okurumuzdan daha detaylı bilgi isteği geldi. Bu istek doğrultusunda bu konuyu daha detaylı ele aldık.
Günümüzde hanımların beyaz akıntısı üzerine araştırma yapan alimlerimiz, bunun vücudun normal bir durumu olduğu görüşünü benimsemiştir.



1- Hayız ve nifas dönemleri haricinde kadınların genital organından beyaz renkli ve kokusuz bir akıntı gelmektedir. Günümüz hekimlerinin bilimsel araştırmalar sonucunda ulaştıkları neticeye göre bu akıntı, tıpkı tükürük ve gözyaşı salgısı gibi vücudun sağlıklı ve normal faaliyetlerine devam etmesinin bir sonucudur. Ancak genital organda herhangi bir iltihap yahut hastalık ortaya çıktığında bu akıntının rengi ve kokusu değişmektedir.

2- Dinimizin temel iki kaynağı olan Kur'ân-ı Kerîm ve Peygamberimiz'in hadislerine bakıldığında, bu konunun doğrudan ele alınmadığını görürüz. Yani kadınlardan gelen beyaz akıntının temiz olup olmadığı, abdesti bozup bozmadığına dair bir açıklama Yüce Kitabımız'da yer almadığı gibi, Hz. Peygamber'den bize konuyla ilgili bir açıklama nakledilmemiştir.

3- Serahsî, Kâsânî, Merginânî, Halebî, İbn Âbidîn gibi Hanefî mezhebi alimleri başta olmak üzere fıkıh kitaplarının "abdesti bozan şeyler" bahislerini incelediğimizde, bu alimlerin genel olarak "önden ve arkadan çıkan her şey"in abdesti bozduğu kanaatinde olduklarını görürüz. Bu alimler eserlerinde "önden çıkan şeyler"i açıklarken örnek olarak meni, mezi, vedi gibi sıvıları gösterirler. Bu noktada dikkatimizi çeken husus, adı geçen her üç sıvı da erkekleri ilgilendirmektedir ve bu sıvılar ya şehevi duygular sonucunda yahut da idrardan sonra ortaya çıkan necis-pis maddelerdir. Dikkatimizi çeken bir başka husus, alimlerimiz bu konuyu ele alırken hanımları ilgilendiren bir açıklamaya yer vermemektedir.

4- Yukarıda isimlerini saydığımız alimlerin eserleri başta olmak üzere büyük fıkıh eserlerimizin çoğu, kadınların özel halleri ile ilgili sadece hayız-adet kanı, nifas-doğum sonrasında gelen kan ve istihaza-adet dönemi dışındaki kanamalar meselelerine temas etmektedir. Hanımlardan adet dönemi dışında ve bir hastalık söz konusu olmaksızın gelen beyaz akıntıya, "hanımlara mahsus haller" konusunda da hiçbir şekilde temas edilmemektedir. Bu durum, o kitapları yazan alimlerimizin, yaşadıkları dönemin tıp bilgisindeki yetersizliğe bağlı olarak konudan yeterince haberdar olmamaları ile ilgilidir.

5- Başta Ömer Nasuhi Bilmen ilmihali olmak günümüzde satılan birçok güvenilir ve muteber ilmihalde, hanımların avret yerine pamuk vs. koymaları gerektiği, bu pamuk ıslak şekilde çıktığı takdirde abdestin bozulacağı bilgisi yer almaktadır. Yukarıda da açıklamaya çalıştığımız gibi bu bilginin kaynağı Yüce Kitabımız yahut Hz. Peygamber'in açıklamaları değildir. O eserleri kaleme alan kişiler, hanımlara ait özel bir durum olan günlük beyaz akıntıyı, erkeklere mahsus necis-pis akıntılara benzeterek hüküm vermiş ve geçmiş dönemdeki ulemanın kitaplarında yer alan eksik bilgiyi olduğu gibi nakletmişlerdir. Ancak unutulmamalıdır ki, bilgi eksikliğinden kaynaklanan bu durum, o eserleri kaleme alan kişilerin büyüklüğüne bir zarar getirmez.

6- Günümüzde bu konuda araştırma yapan fıkıh alimleri, hanımların beyaz akıntısının vücudun "normal" faaliyetinin bir neticesi olması dolayısıyla necis-pis sayılamayacağı, abdesti bozmayacağı ve bu akıntının bulaştığı çamaşırın namaz kılmadan önce değiştirilmesinin zorunlu olmadığı sonucuna ulaşmışlardır. Ancak bir hastalık sonucu genital organdan rengi ve kokusu değişmiş, alışılanın dışında bir akıntı gelirse, o akıntı özür hali sayılır ve akıntının sahibi özür kanı ile ilgili hükümleri uygular. (www.hayrettinkaraman.net adresinden Hayrettin Karaman'ın konu ile ilgili görüşüne müracaat edebilirsiniz)

7- Verdiğimiz bu bilgilere rağmen, bugüne kadar pamuk kullanmayı alışkanlık haline getirmiş, sağlık açısından bundan bir zarar görmeyen ve kendisini bu şekilde rahat hisseden bayanların bu alışkanlıklarına devam etmesi saygıyla karşılanmalıdır.
Sayı: 250
Bölüm: İlmihal
AİLEM DERGİSİ

TEVAZUU

Bir adamcağız kötü yoldan para kazanıp bununla kendisine bir inek alır. Neden sonra, yaptıklarından pişman olur ve hiç olmazsa iyi birşey yapmış olmak için bunu Hacı Bektaş Veli.nin dergahına kurban olarak bağışlamak ister. O zamanlar dergahlar aynı zamanda aşevi işlevi görüyordu.

Durumu Hacı Bektaş Veli.ye anlatır ve Hacı Bektaş Veli helal değildir diye bu kurbanı geri çevirir. Bunun üzerine adam mevlevi dergahına gider ve aynı durumu Mevlana'ya anlatır Mevlana ise bu hediyeyi kabul eder.

Adam aynı şeyi Hacı bektaş veli'ye de anlattığını ama onun bunu kabul etmemiş olduğunu söyler ve Mevlana'ya bunun sebebini sorar:

Mevlana şöyle der:

- Biz bir karga isek Hacı Bektaş Veli bir şahin gibidir. öyle her leşe konmaz. O yüzden senin bu hediyeni biz kabul ederiz ama o kabul etmeyebilir.

Adam üşenmez kalkar Hacı Bektaş dergahı'na gider ve Hacı Bektaş Veli'ye, Mevlana'nın kurbanı kabul ettiğini söyleyip bunun sebebini bir de Hacı Bektaş Veli'ye sorar.

Hacı Bektaş da şöyle der:

- Bizim gönlümüz bir su birikintisi ise Mevlana'nın gönlü okyanus gibidir. Bu yüzden, bir damlayla bizim gönlümüz kirlenebilir ama onun engin gönlü kirlenmez. Bu sebepten dolayı o senin hediyeni kabul etmiştir.

Muharrem Ayı ve Aşure Günü

Muharrem Ayı ve Aşure Günü
"Şehrullahi'l-Muharrem" olarak meşhur olan, yani "Allah'ın ayı Muharrem" olarak bilinen Muharrem ayı, İlahi bereket ve feyzin, Rabbani ihsan ve keremin coştuğu ve bollaştığı bir aydır.

Allah'ın ayı, günü ve yılı olmaz, ancak Allah'ın rahmetine ermenin önemli bir fırsatı olduğu için Peygamberimiz tarafından bu şekilde ifade edilmiştir.
Âşura Günü ise Muharrem'in 10. günüdür. Âşura Gününün Allah katında ayrı bir yeri vardır. Bugünde Cenâb-ı Hak on peygamberine on çeşit ikramda bulunmuş ve kudsiyetini arttırmıştır. Bu günlerde oruç tutmak çok faziletlidir.
Hicrî Senenin ilk ayı olan Muharrem ayının 10. günü Âşura Günüdür. Muharrem ayının diğer aylar arasında ayrı bir yeri olduğu gibi, Âşura Gününün de diğer günler içinde daha mübarek ve bereketli bir konumu bulunmaktadır.
Âşura Gününün Allah katında da çok seçkin bir yerinin olduğunu Fecr Sûresinin ikinci âyeti olan "On geceye yemin olsun" ifâdelerinin tefsirinden öğrenmekteyiz.
Bazı tefsirlerimizde bu on gecenin Muharrem'in Âşurasine kadar geçen gece olduğu beyan edilmektedir.(1)

Cenâb-ı Hak bu gecelere yemin ederek onların kudsiyet ve bereketini bildirmektedir.

Bugüne "Âşura" denmesinin sebebi, Muharrem ayının onuncu gününe denk geldiği içindir. Hadis kitaplarında geçtiğine göre ise, bu güne bu ismin verilmesinin hikmeti, o günde Cenâb-ı Hak on peygamberine on değişik ikram ve ihsan ettiği içindir. Bu ikramlar şöyle belirtilmektedir:
1. Allah, Hz. Musa'ya (a.s.) Âşura Gününde bir mucize ihsan etmiş, denizi yararak Firavun ile ordusunu sulara gömmüştür.
2. Hz. Nuh (a.s.) gemisini Cûdi Dağının üzerine Âşura Gününde demirlemiştir.
3. Hz. Yunus (a.s.) balığın karnından Âşura Günü kurtulmuştur.
4. Hz. Âdem'in (a.s.) tevbesi Âşura Günü kabul edilmiştir.
5. Hz. Yusuf kardeşlerinin atmış olduğu kuyudan Âşura Günü çıkarılmıştır.
6. Hz. İsa (a-s.) o gün dünyaya gelmiş ve o gün semâya yükseltilmiştir.
7. Hz. Davud'un (a.s.) tevbesi o gün kabul edilmiştir.
8. Hz. İbrahim'in (a.s.) oğlu Hz. İsmail o gün doğmuştur.
9. Hz. Yakub'un (a.s.), oğlu Hz.Yusuf'un hasretinden dolayı kapanan gözleri o gün görmeye başlamıştır.
10. Hz. Eyyûb (a.s.) hastalığından o gün şifaya kavuşmuştur.(2)
Hz. Âişe'nın belirttiğine göre, Kabe'nin örtüsü daha önceleri Âşura gününde değiştirilirdi.
İşte böylesine mânalı ve kudsî hâdiselerin yıldönümü olan bu mübarek gün ve gece, Saadet Asrından beri Müslümanlarca hep kutlana gelmiştir. Bugünlerde ibadet için daha çok zaman ayırmışlar, başka günlere nisbetle daha fazla hayır hasenatta bulunmuşlardır. Çünkü, Cenab-ı Hakkın bugünlerde yapılan ibadetleri, edilen tevbeleri kabul edeceğine dair hadisler mevcuttur.
Âşura Gününde ilk akla gelen ibadet ise, oruç tutmaktır. Muharrem ayı ve Âşura Günü, Ehl-i Kitap olan Hıristiyan ve Yahudiler tarafından da mukaddes sayılırdı. Nitekim, Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam Medine'ye hicret buyurduktan sonra orada yaşayan Yahudilerin oruçlu olduklarını öğrendi.
"Bu ne orucudur?" diye sordu.
Yahudiler, "Bugün Allah'ın Musa'yı düşmanlarından kurtardığı Firavun'u boğdurduğu gündür. Hz. Musa (a.s.) şükür olarak bugün oruç tutmuştur" dediler.
Bunun üzerine Resulullah Aleyhissalâtü Vesselam da, "Biz, Musa'nın sünnetini ihyaya sizden daha çok yakın ve hak sahibiyiz" buyurdu ve o gün oruç tuttu, tutulmasını da emretti.(3)
Aşûra günü yalnız ehl-i kitap arasında değil, Nuh Aleyhisselâmdan itibaren mukaddes olarak biliniyor, İslam öncesi Cahiliye dönemi Arapları arasında İbrahim Aleyhisselâmdan beri mukaddes bir gün olarak biliniyor ve oruç tutuluyordu.
Bu hususta Hazret-i Âişe validemiz şöyle demektedir:
"Âşûrâ, Kureyş kabilesinin Cahiliye döneminde oruç tuttuğu bir gündü. Resulullah da buna uygun hareket ediyordu. Medine'ye hicret edince bu orucu devam ettirmiş ve başkalarına da emretti. Fakat Ramazan orucu farz kılınınca kendisi Âşûrâ gününde oruç tutmayı bıraktı. Bundan sonra Müslümanlardan isteyen bugünde oruç tuttu, isteyen tutmadı." 'Buhari, Savm: 69.
O zamanlar henüz Ramazan orucu farz kılınmadığı için Peygamberimiz ve Sahabileri vacip olarak o günde oruç tutuyorlardı. Ne zaman ki, Ramazan orucu farz kılındı, bundan sonra Peygamberimiz herkesi serbest bıraktı. "İsteyen tutar, isteyen terk edebilir" buyurdu.(4) Böylece Âşura orucu sünnet bir oruç olarak kalmış oldu.
Âşura orucunun fazileti hakkında da şu mealde hadisler zikredilmektedir.
Bir zat Peygamberimize geldi ve sordu:

"Ramazan'dan sonra ne zaman oruç tutmamı tavsiye edersiniz?"
Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam, "Muharrem ayında oruç tut. Çünkü o, Allah'ın ayıdır. Onda öyle bir gün vardır ki, Allah o günde bir kavmin tevbesini kabul etmiş ve o günde başka bir kavmi de affedebilir" buyurdu.(5)
Yine Tirmizi’de de geçen bir hadiste Peygamberimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Âşura Gününde tutulan orucun Allah katında, o günden önce bir senenin günahlarına keffaret olacağını kuvvetle ümit ediyorum."(6)
"Ramazan ayından sonra en faziletli oruç, Allah'ın ayı olan Muharrem ayında tutulan oruçtur”(7) hadis-i şerifi ise, bu günlerde tutulan orucun faziletini ifade etmektedir.
Bu hadisin açılamasında İmam-ı Gazali, "Muharrem ayı Hicrî senenin başlangıcıdır. Böyle bir yılı oruç gibi hayırlı bir temele dayamak daha güzel olur. Bereketinin devamı da daha fazla ümit edilir" demektedir.
Gerek Yahudilere benzememek, gerekse orucu tam Âşura Gününe denk getirmemek için, Muharrem'in dokuzuncu, onuncu ve on birinci günlerinde oruç tutulması tavsiye edilmiştir.
Bu mânâdaki bir hadisi İbni Abbas rivayet etmektedir. Bunun için, müstehap olan, aşure Gününü ortalayarak, bir gün önce veya bir gün sonra oruç tutmaktır.
Bu günde oruçtan başka hayır, hasenat ve sadaka gibi güzel âdetlerin de yaşatılması isabetli ve yerinde olacaktır. Herkes imkânı nisbetinde ailesine, akraba ve komşularına ikramda bulunur; bugünlerin faziletini bildiren hâdiseleri hatırlayarak ihsanda bulunursa şüphesiz sevabını kat kat alacaktır. Bilhassa, Peygamberimiz, mü'minin aile efradına Âşura Gününde her zamankinden daha çok ikramda bulunmasını tavsiye etmiştir.
Bîr hadiste şöyle buyurular: "Her kim Aşura Gününde ailesine ve ev halkına ikramda bulunursa, Cenab-ı Hak da senenin tamamında onun rızkına bereket ve genişlik ihsan eder."(9) Bu aile mefhumunun içine akrabalar, yetimler, kimsesizler, konu komşular da girmektedir. Fakat, bunun İçin fazla külfete girmeye, aile bütçesini zorlamaya lüzum yoktur. Herkes imkânı ölçüsünde ikram eder.
Âşura gününün manevi ve berraklığı üzerinde Kerbela karanlığının kesafeti de görülmektedir. 61. hicret yılının Muharrem'ine ait 10. gününde Hazret-i İmam Hüseyin (r.a.) 55 yaşında iken Sinan bin Enes isimli bir hain tarafından Kerbelâ'da hunharca şehit edilmiştir. Bu gadr ve zulmün arkasında Emevi Halifesi Yezid, onun Küfe valisi İbni Ziyad vardır. Yarım asır öncesinden Peygamberimizin bizzat haber verildiği bu ciğerleri yakan olay Hazret-i Hüseyin'i Cennet gençlerinin efendisi olma şanına yüceltmiştir.

Şehitler mükâfatını almış en yüce mertebelere ulaşmıştır. Yüce Allah'ın da zalimlere hak ettikleri cezayı en âdil bir şekilde vereceğinden şüphemiz yoktur. Kader hükme boyun eğen her mü'min bu olaya üzülür, ancak itidalini ve soğukkanlılığını kaybetmez. Duyguları yanlışlara ve taşkınlıklara götürmez. Çünkü meydana gelen bütün olaylar ezelî takdirin bir hükmüdür. Bu açıdan bunu bir "yas merasimi" haline dönüştürmek ehli-i sünnetin itikat ve inancına aykırıdır.


1) Hak Dini Kur ân Dili. 8 5793.
2) Sahih-i Müslim Şerhi, 6:140.
3) Ibtıı Mâce, Siyam: 31.
4) Müslim. Siyam: 117.
5) Tîrmizî. Savm: 40.
6) A.g.e., Savın: 47.
7) İbni Mâce. Siyam: 43.
8) İhyâ, 1:238
9) et-Tergîb ve'l-Terhİb, 2:116.

ALINTI

Bir hikmeti vardır

Adamın biri bir pislik böceği görür
" Bu yaradılışı çirkin pis kokulu bir yaratıktır.Allah bunu niçin yaratmışki ? " der.

Aradan zaman geçer, adamın yüzünde bir çıban çıkar. Nereye başvurduysa derdine bir derman bulamaz. Çııban yara haline gelir. Bir gün sokakta dolaşırken, yüzündeki yara bir yolcunun dikkatini çeker. ayak üstü sohbetten sonra yolcu kendine yardım edebileceğini, bu tip çıbanların oluşturduğu yaraların tedavisini bildiğini söyler. Adam her ne kadar inanmadıysa Allah'tan umut kesilmez diyerek kabul eder.

Yolcu bir pislik böceğinin getirilmesini ister.Orada bulunanlar bu isteğe gülerler. Fakat hasta olan adam, o böcek hakkında söylediği sözleri o an hatırlar ve derki ;
- Adamın isteğini yerine getirin, ne diyorsa yapın.
Yolcu getirilen böceği yakar ve külünüyaranın üzerine serper ve yara Allah'ın hikmetiyle iyileşir. Bunun üzerine hasta olan adam etrafına der ki ;
- Unutmayın ! Allah'u Teala'nın yarattıklarının, yaratılışında bir hikmet vardır, bir derde deva vardır. Velev ki pislik böceği olsa dahi.

Kadınlarda kemik erimesine dikkat!

Kadınlarda kemik erimesine dikkat!

Ş.URFA-Harran Üniversitesi Araştırma Hastanesi Ortopedi Bölümü Anabilim Dalı Başkanı Doç. Dr. Lütfü Baktıran, Ostropoz'a bağlı kırıkların en çok kalça, omurga, el ve bileklerde görüldüğünü söyledi

Baktıran, menapoza giren kadınlarda hormon eksilmesinden kaynaklanan Ostrepoz'un, tedavi edilmediği taktirde ileride hastaların bağımsız yaşama yeteneklerini kaybetmelerine etki edeceğini ve hastalara maddi yönden külfet getireceğini vurguladı.

Baktıran, 50 yaşından sonra her 100 kadından 40'ında kemik erimesi nedeniyle kırıkların oluştuğunu, bu kırıklar arasındaki tedavisi en zor olanın da kalça kırıkları olduğunu ifade etti.

Baktıran, kadınlarda Ostropoz'a bağlı kırıkların erkeklere oranla 3 kat daha fazla görüldüğünü, fakat insan ömrü uzadıkça özellikle erkeklerde Andırapoz'un faaliyete geçerek çok ciddi ve tedavisi mümkün olmayan kalça kırıklarına neden olabileceğini ifade etti.

Doç.Dr. Baktıran, 40 yaşından sonra herkesin kendisine çok iyi bakması gerektiğini belirterek, 40 yaşından sonra bir herkesin bir ortopedi doktorunun kontrolünden de geçmesinin şart olduğunu dile getirdi. Doç. Dr Baktıran, 40 yaşını aşmış herkese bol bol peynir, yoğurt ile süt ve süt ürünleri ile buna ilaveten kemik yıkımını önleyici kalsiyum ilaçlarını tüketmelerini önerdi.

City GuideÇanakkale


History
Çanakkale, which holds the lands at both sides of the strait and known as Hellespontos and Dardanel during ancient times, always experienced the settlements of civilizations from the first ages of time. Initial city civilization was founded in Troja in 3000 B. C., and continued since 2500 B. C. Then it had been reigned by Lydians, Persians, Bergama Kingdom, Romans, Byzantium and Ottoman Empires.



Çanakkale
Area: 9.737 km²

Population: 464.975 (2000)

Traffic Code: 17

The city, which is the cradle of Trojan, Assos like former civilization centers, and where Gallipoli Peninsula Historical National Park, various martyr, monument and graves are present, the most bloody fights of Çanakkale wars are occurred, and Aegean and Marmara seas are connected and Europe and Asia is met at its coasts has an important place in inland and foreign tourism.

Districts: Çanakkale (center), Ayvacık, Bayramiç, Bozcaada, Biga, Çan, Eceabat, Ezine, Gelibolu, Gökçeada, Lapseki, Yenice.

Gökçeada

Bozcaada

City GuideTrabzon


The Monastery of the Virgin Mary (or Sumela Monestery)
Sumela Monastry

The ruins of a monastery can be seen on the slopes of the Zigana Mountains to the south of Trabzon and at the foot of the mountain at the bottom of a wooded valley flows one of the tributaries of Değirmen Creek, which terminates at Trabzon. This place is known as “Meryem Ana”, or “the Virgin Mary” by the local people. Its old name is “Sumela Monastery”. Many people consider its origins to be extremely old, and this opinion is widely held among the Byzantine Greek community of the Black Sea coast. According to legends about the foundation of the monastery in books about Trabzon printed in Greek, the monastery was originally founded in the reign of Theodosius and rebuilt in the sixth century in the reign of Justinian by Belisarios, one of his commanders. However, foreign experts who have conducted on-site investigations consider that there is nothing to substantiate this hypothesis. The Monastery's main source of income is an icon of the Virgin Mary, which is reputed to be of great age and believed by many to possess miraculous properties. According to the legend, the icon is the work of Saint Luke, one of the disciples of Jesus Christ and it was sent to Athens after the death of Luke. However, in the reign of Theodosius (4th century) the icon declared its desire to leave Athens and was borne to this hollow in the mountains around Trabzon by angels and placed upon a stone. It was at that time that two hermits by the name of Barnabus and Sophronius, who were then travelling from Athens to Trabzon, happened to find the icon in this deserted spot. Thus, buildings which are the subject of such legends are automatically regarded as being exceptionally old. Sumela is not the only example of this type, it is only one of a number.

It is said that “Sumela” (the Greek name of this monastery, founded in the name the Virgin Mary), comes from the word “melas”, which means “dark” or “black”. Many consider that this stems from the dark hues of the mountain valley in which the Monastery is situated. However, in the opinion of the author the word “sumela” could be an adjective used to refer to the icon of the Virgin Mary. The colour of the icon, which is so dark that it could be described as black, was one of the things that struck the eminent historian J.P Fallmerayer (1790-1861) when he visited the Monastery in 1840 and could well be the origin of the name. It is known that l2th century Georgian art produced a number of icons of the Virgin Mary known as Black Madonnas, and these icons found their way into a number of monasteries. Black was used in order to emphasise the mysterious expression on the Virgin's face. It is also considered that the origins of this Georgian style could be traced to ancient Indian art. If the close proximity of the Sumela Monastery to the Caucasus is considered, then it would be reasonable to assume that this icon is a Black Madonna from which the Sumela Monastery gained its name. Thus, the mountain also became known as Oros Mela (Kara Dağ) because of the Monastery.


It has not been possible to conduct much research into the age and nature of this Black Madonna. It is clear from a good photograph of the icon taken a number of years ago that it has a cracked black wooden surface with a split down the middle on which no lines or paint, in short, anything resembling a picture can be seen. The silver frame surrounding the icon, judging by the motifs and inscriptions adorning it, dates from circa 1700 and its workmanship is commonplace. According to the information we gain from the photograph it is questionable whether the icon of the Virgin Mary in the Sumela Monastery is a true Black Madonna.


Black Madonnas are more common in Eastern Europe. They are always kept in places of worship high up in forested mountains, especially those that are a place of pilgrimage for Christians. There are usually healing springs in these locations as well. It is believed in France that such icons arrived there by miraculous means. It is interesting to note that religious beliefs as far as this phenomenon is concerned are very similar in a number of widely scattered locations.

To put it in a nutshell, the Sumela Monastery at Trabzon was first referred to by this name in the Komnenos period. Sumela was founded in what must be the most beautiful spot in the magnificent scenery of this area, in which there are a number of monasteries, places of worship and other buildings of a religious nature. Sumela expanded over the centuries of Ottoman rule and became a complex of considerable size. The centre of the complex is a cave, or rather a hollow almost 1200 m above sea level and about 300 m above the river at the bottom of the valley, in the middle of a slope so steep it could be said to be almost vertical. The narrow head of rock jutting out in front of the cave, access to which is tiring and difficult in the extreme, formed the foundation of the Monastery, which grew in size and accumulated wealth over the centuries. Sumela is the most famous of the old monasteries in and around Trabzon.


It is known that mountains, high ground and caves have been invested with religious significance ever since ancient times. It is possible that there was once an altar in the cave and that as Christianity began to spread a group of monks set up a retreat. Of course, this hypothesis is based on information gained about similar cases. Only a detailed study and excavations carried out in and around the cave itself could cast light on its accuracy. However, no exact information can be gained at present. Although it is obvious that the legend about the Monastery having been founded by Barnabas and Sophronios in the reign of Theodosius (4th-5th century) and repaired by Belisarios, one of Justinian's commanders, does not rest on concrete fact, like many legends it survives. If the foundation legend is ignored, then the existing monastery buildings point to its having been built some time after the thirteenth century. At that time the Principality of Trabzon, under the Komnenos Dynasty, was developing as an entirely separate state within the Byzantine Empire and its capital, Trabzon, dominated the area. The title held by the princes, who saw themselves as the true heirs of the Byzantine Empire and described themselves as emperors was not accepted by the true Byzantine Empire when, in 1261, it regained control of Istanbul and revitalised the old Byzantine state. It was Alexios Komnenos III (1349-1390) who maintained an intricate system of contacts with the neighbouring Turkish beyliks (the equivalent of principalities) who should be considered as the true founder of this monastery. Historical sources and documents point to the fact that Alexios III, whose two sisters and four daughters were married to Turkish beys (rulers of beyliks), took a special interest in the Sumela Monastery. It also emerges that Alexios's great grandfather, grandfather and father had made donations to the monks, which would indicate that Sumela had been a religious centre since the reign of Ioannes II (1280-1285), great grandfather of Alexios. According to another legend Alexios III, who was saved from certain death in a storm by the intervention of the Virgin Mary, had the monastery rebuilt and endowed it with rich foundations, the conditions of which were set out in a Krysobullos, or decree. A verse consisting of five lines inscribed on a tablet dated 1360, which was over the monastery gates until 1650 states that “Alexios III, founder (ktetor) of this place, is emperor of East and West (Iberia)”. In 1361 Alexios witnessed an eclipse of the sun here at Sumela and the sun depicted on coins minted by Alexios is considered to refer to this event. In the Deed of Foundation, dated 1365, apart from references to the administration, land and income of the monastery there is also a warning about the “danger of a Turkish invasion of Trabzon” and the monks are urged to be “always on the alert”. Manuel III (1390-1417), son of Alexios III, like his father, took an active interest in buildings of a religious nature. In the year of his succession he presented an ornate cross believed to contain a holy relic (stavrotek), in this case a piece of the cross on which Jesus Christ was crucified, to the Sumela Monastery. The last members of the Trabzon Komnenos dynasty issued decrees endowing the monastery with great wealth or sanctioning its deeds of foundation. After the conquest of Trabzon and the surrounding area by the Ottomans, the sultans issued decrees protecting the ancient rights of the Sumela Monastery, just as they had for the monasteries on Mount Athos and at Sina, in fact they even granted certain privileges to Sumela and presented gifts as well. Thus the two candlesticks once in the Monastery are known to have been presented by Selim I (1512-1520). A decree issued by Mehmet II, conqueror of Trabzon, acknowledging the rights of the monastery exists. Local publications inform us that other, similar decrees were kept in the monastery; these include the decrees of Bayezid II, Selim II, Selim III, Sultan Murad and Ibrahim, Mehmed II, Süleyman the Magnifıcent, Mustafa and Ahmet III. It has been established that the Voivodas of Wallachia took a close interest in Sumela from the second half of the l8th century onwards, constantly despatching letters and aid. Among these rulers was Ghikas (1755), Stephan (1764), and Hypsilantes (1775). Naturally, all the correspondence between the Patriarchate in Istanbul and the monastery throughout the Ottoman period was kept in the archives of the monastery. Sumela both expanded and grew richer under the aegis of the Voivodas in the l8th century and many parts of it were rebuilt. Archbishop Ignatios had the surfaces of all the walls adorned with frescos in 1749. The golden age of this monastery was unquestionably the l9th century, when rebuilding and magnificent decorations were carried out with gifts sent in a wave of enthusiasm by Greek Orthodox communities all over Anatolia.


According to what Fallmerayer wrote in 1840, the monks of Sumela travelled the whole of Anatolia, the Caucasus, the Balkans and even Russia to collect money by selling rather poor copies of the icon referred to above. This money would then be taken back to the monastery. One of these monks , who was carrying the sum of forty thousand kuruş, a fortune in those days, was robbed and murdered in Kayseri. The Ottoman state had the murderers arrested and executed and the stolen money was returned to the monastery. The interior of the monastery was sumptuously appointed and around 1860 new structures were added, forming a large complex of buildings. A number of foreign travellers visited the monastery in the l9th century and wrote about it.


One of the most detailed descriptions of the Sumela Monastery is that of G. Palgrave (1826-1888). In an article published in February, 1871 he provides a great deal of interesting information, among which is a statement to the effect that the popular legend about an army led by Sultan Murat firing cannon at its walls is entirely lacking in foundation because Murat's army could not have been anywhere near the monastery. When Palgrave made his visit a large, barrack-like structure referred to as “the new building” had been completed three years previously. According to what Palgrave saw, the structure consisted of seven storeys including the arches in the abyss itself; the actual living quarters had four rows of windows and there was a set-back storey on top. There were single rows of eight rooms on each floor and the structure was an extremely sound one. Palgrave, too, refers to the gifts made by Murat and Selim I and states that he saw a miniature of the decree issued by Alexios III. According to a decree issued by Selim II, which Palgrave saw in the monastery, it is stated openly that the sultan was displeased by unfavourable remarks made about himself by the monks.


The Russian invasion of Trabzon, which lasted from 18 April 1916 until 24 February 1918 aroused hopes that a Christian Pontus state would be reborn in Trabzon. The doors were finally slammed on this hope in 1923 after the War of National Liberation, when all Byzantine Greeks in Turkey were sent to Greece and the Sumela Monastery was closed down. Those who migrated founded a new monastery at Verria (formerly Kara Ferye) in Macedonia. Their reluctance to part with their old memories and desire to keep traditions alive were signified by a modern icon of the Virgin Mary placed in the monastery.


The deserted monastery swiftly deteriorated and a fire which broke out in 1930 destroyed all the wooden parts of the buildings. A great deal of needless destruction was inflicted by persons supposedly searching for treasure, this time the stone part of the structure being destroyed. The first thing to attract one's attention here is the ruined state of the walls, together with the fact that all the frescos have been expertly removed and obviously taken away. This task could not have been carried out successfully by the local population. It is obvious that it was done by foreign souvenir-hunters with some knowledge of the subject.


The Sumela Monastery is reached by means of a steep path through the forest. Its entrance was evidently designed with security in mind and final access to the building was via a long, narrow flight of steps. A large aqueduct abutting the mountainside at the side of the steps brought water to the monastery. Old photographs reveal a structure with ten wide arches which is in extremely good condition, but it is now in ruins. As you pass through the main entrance, where there is accomodation for the doorkeeper and other rooms you descend a flight of steps into an inner courtyard. In the centre on the left is a church built on to the cave containing the sacred spring, opposite which are a number of monastery buildings laid out in a random fashion. On the left side of the courtyard is a comparatively new fountain where the waters of the sacred spring oozing from the mountainside collect. It is now half ruined and full of rubble. On the left, inside the cave, is the church-which is the oldest part of the monastery. The church juts out at right angles into the courtyard. And its walls are covered with frescos, both inside and out. However, a close examination of the frescos reveals that they are of comparatively recent origin and that beneath them are layers of much older and more valuable murals. The existence of the latter is also recorded in various sources. On the right side of the courtyard are a number of rooms for the accommodation of guests known to have been built circa 1860, together with a library and there are a number of small chapels around the courtyard. In old photographs taken before the monastery reached its present stage of dilapidation we see that the walls of all the buildings facing the courtyard have wooden balconies and verandahs. Rice describes the fine wood-carving on some of the above. In one of the now extremely dilapidated chapels are murals considered to date from the fourteenth or fifteenth centuries. At the far end of the courtyard a narrow corridor extends above a narrow, jutting rock and from this point an impressive building contiguous with the cliff face extends in the other direction. This part of the complex, which is most striking when viewed from a distance, is the main monastery building where the monks once lived. Apart from the three main floors there are several rows of cellars below and a set-back storey at the top. The rows of arches and galleries under the eaves endow the building with a stately air. This barrack-like building, which is visible as a whiteness on the darker background of the cliff when viewed from afar was built in 1860 in the course of the major repairs and renewal referred to above. However, apart from its size and location the building does not possess any really noteworthy artistic or architectural features. There was once a wooden roof with wide overhanging eaves but this, together with the timber structure of the building has collapsed, leaving only four walls, in the middle of which is the vast, empty well of the building. When one looks downwards from the tower that juts from the front wall the dizzying height of its location becomes clear.


In spite of the fact that the architectural and artistic value of this structure is disputable it has been regarded in recent years as the most important part of Sumela. However, it is the church in one corner of the inner courtyard that is the most important. The church was formed by hewing away the rock of the cave interior to create a smoother surface and closing the mouth of the cave with a straight wall. Abutting the latter is a small chapel which juts out from the wall. The inside and outside walls of the chapel were adorned with layer upon layer of frescos from the l8th century onwards and in some places three layers can be clearly discerned. The bottom layer is superior to the others in terms of colour and quality. The change in subject-matter discernable in each layer is interesting and inscriptions stating that these works were executed in 1710 and 1732 have been discovered. On the other hand, on the courtyard-facing wall of the rockface church frescos dating from the reign of Alexios III were once found. There, on either side of Alexios III stood his sons, Manuel III and Andronikos. Unfortunately, however, no trace of these portraits remains today. Outside, parts of a huge Apocalypse scene, of which only the upper bands remain, can be seen on the rock-face and underneath its flaking plaster other scenes are visible. On the wall of the small chapel a dragon and two mounted figures, St George and St Demetrios, are discernable and we discovered the existence of a further two layers of paintings beneath this top layer. Thus, on top of the bottom layer, where the figure of an emperor wearing a diadem is depicted is yet another figure of the same kind also wearing a diadem-and on top of this, a Transfiguration scene. On the other hand, in the older parts of the monastery, there are correspondingly valuable paintings in places where the plaster has not flaked off completely, in the lower layers, but this would be the subject of a separate study.


Works of Turkish art, too, are in evidence in some of the buildings around the courtyard. For example, details such as the cupboards, nooks and fireplaces in the rooms gave the interior a positively Turkish air. The pointed arches of the fountain where the water of the sacred spring accumulates are also Turkish in character. However, possibly the most striking features are the painted designs in dark red on some of the walls, these being an imitation of the brick pointing designs encountered in l8th century Turkish buildings. There is also said to be a rockface chapel where there are a number of frescos hewn into the mountain side about one hundred metres to the north of the monastery.


Sixty six of the mainly l7th and l8th century manuscripts from the monastery library, which had been previously catalogued, are now in Ankara Museum. A further one thousand tetraevangeliums (the Four Gospels), adorned with minia- tures and dating from Byzantine times, are kept in the Ayasofya (Haghia Sophia) Museum in Istanbul. There are also 150 printed books. Of the plate and other valuables from the treasury of the church is a silver cross (stavrotek) presented by Manuel III, Prince of Trabzon, a handwritten manuscript and a large number of documents, which are now in the Museum of Byzantine Works in Athens. The icon of this monastery, known as “Our Lady of the Roses”, is now in the National

Gallery in Dublin. The silver candlesticks presented by Sultan Selim were stolen in 1877. Another icon belonging to the monastery is in a private , collection in Oxford. In the Benaki Museum, Athens, is a silver medallion on which the Holy Trinity is depicted and another ornate medallion dated 1438, together with an altar cloth (epitaphios) dated 1438.


A report concerning the restoration of Sumela Monastery was recently prepared and relief plans of the eight map sections covered by the monastery drawn up.


THE HEALING WATERS OF THE SUMELA MERYEM ANA MONASTERY (The Monastery of the Virgin Mary)


This short note has been taken from an article by Sabahattin Eyuboğlu entitled “Anadolu'da Halk Hekimliği” (Folk Medicine in Anatolia), published in Tıpta Yenilikler, No:6, February, 1961, pps 76-77.


We visited the Sumela (Meryem Ana) Monastery and its environs. This monastery resembles an eagle's nest which has been half hewn into the steep cliff face above a pine forest at the foot of the Zigana Mountains. Apart from its narrow entrance there is no other possible access to this place. Its known history stretches back as far as the l6th century and most of the frescos on its crumbling walls date from the l7th and l8th centuries. It looks as if a number of repairs and additions have been made to its bold architecture. Into a sacred pool in the centre of the Monastery large drops of water drip at irregular intervals from thirty or forty metres above. It is these drops of water which have offered hope to sufferers of incurable ailments over the centuries and made the Monastery rich. In the old days both Christians and Muslims came here from far and wide to take the cure, first offering impressive gifts and sacrifices. Twenty or so sick persons arrived within the half hour or so that we were inside the Monastery, among them a father who had brought his crippled son from Izmit. The sick people undressed and stood waiting for the healing drops to fall on them. Due to the fact that the drops did not fall in the same places, a cure consisting of seven, eleven or twenty drops of water could last quite a long time, thus, drops of water falling frequently and regularly were regarded as auspicious. A drop suddenly falling on a sick person after a long wait must have been an exciting experience. The colourful and impressive scenery visible on the climb up to the Monastery and on the descent, the sound of countless waterfalls in the valley and the fragrance of the forest enhanced the awe-inspiring atmosphere of the Monastery. It is worth dwelling on the fact that in many parts of Anatolia the Virgin Mary is regarded as a source of health by Muslims, too. Perhaps the Virgin Mary filled the place once occupied by the pagan deities of ancient times.




Trabzon
The modern city of Trabzon is the largest port along the Black Sea coast, and at beginning of Caucassia and Iran transit road. Since the collapse of the Soviet Union, there has been an influx of traders from the CIS, especially neighbouring Georgia, and the city is becoming more cosmopolitan.

Trabzon is probably best remembered from the classic novel, “The Towers of Trebizond”, and many earlier pieces of travel literature, although little remains of the romanticised image of exotic culture and architecture. One of the highlights is Aya Sofia, the medieval church with outstanding Byzantine frescoes, the Russian Market and the old houses and mosques dotted around the town. Trabzon is a good transport hub from which to explore the Black Sea region.
Discrits: Trabzon (center), Akçabaabat, Araklı, Arsin, Beşikdüzü, Çarşıbaşı, Çaykara, Dernekpazarı, Düzköy, Hayrat, Köprübaşı, Maçka, Of, Sürmene, Şalpazarı, Tonya, Vakfıkebir, Yomra.